[5]

304 29 1
                                    

müzik ruhun ilacıydı.

bu yıllar boyu çoğunluk tarafından kabul edilen bir fikirdi. ben dahil herkes kabul edebilir veya olumlu bakabilirdi. lakin benim için ince bir çizgi vardı arada. müziği müzik yapıp ilaca dönüştüren duygulardı. yapan ve dinleyen kişinin duyguları, onu yaşama şekli, yaşatma şekliydi.

o gece zamanın nasıl geçtiğini anlamadan saatlerce dinledim onun müziğini, notalarını. yaptığı şeyi sevdiğini belli ediyordu; zaten kendi de düz bir siyah tişörtle bile oraya çok yakışmıştı. inkar edemezdim, yalan söylemeyi beceremezdim ben pek. benim kalemime kağıdıma sarıldığım gibi o da piyanosuna sarılmıştı. hissettiğim tutkuyu onda da hissetmiştim, aşıktı sanki yaptığı şeye.

ee, her güzel şeyin bir sonunun olduğu bu dünyada o gece de son bulmuş, eve gitme vakti gelmiş geçerken eve girmiştim. girdiğim dakika hapşurmaya başlamıştım. o anlarda hissetmediğim soğuk, umrumda olmayan yağmur bana ödülümü güzel bir şekilde vermişti. yaklaşık bir haftadır hasta olduğumu görüp bana bakmaya karar veren taeyong ile beraberdim. o günün sabahı beni özlediği için gelmiş ama bir daha gidememişti. başta nasıl böyle olduğumu anladığında güzel bir azar işitmiştim. hassas bir yapım olduğunu pekala ben de biliyordum ama o gece bu gözüme büyük bir sorun olarak görünmemişti, gerçekten. işittiğim azardan sonra anne moduna girerek bana her şeyiyle şefkat göstermeye başlamıştı. şu andaysa verdiği ilaçlar ve yaptığı ne olduğunu anlamadığım karışımlardan dolayı kendimi fazlasıyla iyi hissediyordum. fakat o bunu reddetme konusunda yemin etmiş gibiydi.

"hayır, yat çabuk. henüz kalkabileceğine izin verdiğimizi hatırlamıyorum." anlamazca yüzüne baktım.

"sen ve kimler?" bir anda arkamdan gelen sesle sıçramıştım.

"ben, taeyong ve keyiflerimiz tabiki."

"tanrım, ten!" gülerek yerimden kalktım ve benden kısa olan çocuğa sarıldım hemen. "seni çok özlemişim."

gülerek sarılmama karşılık verdi. "duydum ki hastalanmışsın ve bana çok ihtiyacın var." dramatik bir şekilde benden ayrılıp elini omzuma koyup hafifçe bir kaç kez vurdu. "hemen atlayıp geldim, lütfen bir dahakine yokluğumda hasta olmamaya çalış. ben her zaman senin için gelirim."

"yaa... ne demezsin." üçümüz beraber gülüşmeye başladık. gerçekten arkadaşlarımı fazlasıyla özlemiştim.

beraber yaptığımız kahvaltıdan sonra oturmuş havadan sudan konuşmuştuk. uzun süre ayrı kalınca birbirimize anlatacağımız şeyler haliyle almış başını gitmişti.

"haftaya yuta'yla winwin'in doğum günleri var, geçen senekine göre biraz daha küçük bir yerde samimi bir şekilde kutlayalım diyorum, ne dersiniz?" taeyong ikimize birden soran gözlerle baktı.

yuta ile winwin üniversitedeki arkadaşlarımızdı, biz genel olarak beraber olur birbirimizden ayrılmazdık. zamanla herkesin telaşları farklı yerlerde toplanmış ancak böyle zamanlarda bir araya gelir olmuştu. can sıkıca lakin kaçınılmaz bir durumdu.

"ve herkes partneriyle gelsin." ten ciddi bir ifadeyle suratıma bakınca isyan edercesine konuştum.

"hayır doğru kişinin benim yoluma çıkmaması acaba benim sorunum mu? bekliyorum ama gelmiyor işte." kollarımı bağlayıp küçük bir çocuk gibi somurtmaya başladım.

"tamam be alınma hemen." ten yavaştan bana sırnaşmaya başladığında gözlerimi ona çevirdim. "ama bu hala bekar olduğunu ve bekar ölmemen için çabalayacağım gerçeğini değiştirmiyor. eğer şüphelerin varsa ben ve biricik sevgilime bak nr kadar mutluyuz ve iyi anlaşıyoruz. " bu cümleleri kurarken taeyong'un kafasını kolları arasında sıkıştırıp taeyong'un garip sesler çıkarmasına sebep oluyordu yalnızca. onların bu haline güldüm. lise yıllarında birbirleriyle nefret başlığı altında uğraşırlardı ama onlarda zaman geçtikçe, büyüdükçe neyin ne olduğunun farkına varmıştı. tatlı bir ilişkileri vardı, onları kıskanmıyordum ama içimde bir yerlerde bu aşkı yaşamayı çok istiyordum.

yuta'yla winwin ise üniversitede eğlenmeye düşkünlerdi. kim bilebilirdi ki o eğlence hayatının bizimkilere bu kadar güzel bir şekilde geri döneceğini.

şimdiyse doğum günleri için yapılacak neredeyse her şeyi tamamlamıştık. davet edeceğimiz arkadaşlarımız, mekan ve bir kaç şey daha. kesinlikle mutlu olacaklardı ve seveceklerdi, bundan emindim.

•••

geçen iki günün ardından taeyong ile ten'i göndermiş ve yalnız kalmıştım. aslına bakarsanız bu sefer bunu gözlediğim gerçeğini değiştiremezdiniz. iple çekiyordum o evin önündeki kaldırıma tekrar gitmeyi. umuyordum ki tekrar sesini duyayım, sırtını dahi olsa göreyim.

evdeki işlerimi bitirip hava kararmaya başlayınca evden çıktım. sakin adımlarla kumların üzerinde yürüyordum. zaten uzak olmayan ev görüş açıma girdiğinde heyecanlandığımı hissettim. nedenini anlamadığım bir şekilde buraya gelince içimdeki kelebekler canlanıyor, derimin altından vücuduma yayılıyorlardı.

o geceki kaldırıma ulaştığımda meraklı gözlerle eve doğru bakmıştım. ışıklar yanmıyordu, herhangi bir hareketlilik yoktu. belki bugün yine söylerdi ya da söylemezdi. bilmiyordum lakin kaçırmakta istemiyordum. o yüzden bekledim; bir saat, iki saat...

derken, artık eve gitmem gerektiğini düşündüm, geç oluyordu. ayaklanmış son kez eve bakmıştım. bu gece onu dinlemeyi beklediğim için, içten içe üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştım. derin bir nefes alıp sakince gökyüzüne baktım. yüzlerce yıldız vardı belki, şehre uzak olduğumuz için ışık azdı, gökyüzü tüm ihtişamıyla gözlerimin önündeydi. gülümsedim, son bir nefes çekip ciğerlerime evime doğru adımlamaya başladım.

duyduğum sesle aniden adımlarımı durdurmuş, kafamı anında arkadamdaki eve çevirmiştim. duymayı beklediğim ses kulağıma ulaşmış, görmeyi umduğum beden bir kaç mumun aydınlattığı karanlıkta yerdeki mindere oturmuş duruyordu. yüzünü seçmeye çalıştım fakat karanlıkta mumların aydınlattığı yüzüne gölge düşüyor zaten lensini takmadığım gözlerim adeta benle savaşıyordu, hiçbir şey görmeme müsaade etmiyordu. o an bunu sorun etmeden yine oturup bu sefer hiçbir enstrümanın eşlik etmediği sesini yalın haliyle dinledim. sevdiğim bir şarkıdan kesit söylüyordu ve ben yine oturmuş sesiyle mest olmakla meşguldüm.

"There's things I wish I knew
(Bilmek istediğim şeyler var.)
There's no thing I'd keep from you
(Senden saklayacak hiçbir şeyim yok.)
It's a dark and shiny place
(Karanlık ve parlak bir yer.)
But with you my dear
(Ama seninle canım.)
I'm safe and we're a million miles away
(Ben güvendeyim ve biz bir milyon mil uzaktayız.)"

orada bu sefer çok oturmadım. bu satırları dinledikten sonra ayaklanıp eve gittim, yanımda bir çok kafa karışıklığıyla.

bu onu ikinci dinleyişimdi ve ben buraya gelince hem hiç olmadığım kadar heyecanlı, hem de huzurlu hissediyordum ve bunun anlamından korktum. herhangi bir şeye bağlanmak nedir bilmiyordum doğru düzgün. bunu hissettiğim için korktum ve ne kadar güzel hissettirse de, bunu tekrarlamamaya kara verdim o an. kapılmak istemedim, canım acısın istemedim. nedense yaşadıklarım bana böyle hissettirdi.

ve ben bir daha huzuru orda aramayacağımı kendime bol bol tembih ederek gittim. ilerde hayatın bana neler sunacağını bilmeden.





merhabalar! biraz geciktirdim, üzgünüm evde değildim:( umarım beğenirsiniz!

querencia, jaedoTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang