[5: Pırlanta Kolye]

5.5K 653 593
                                    

Selamlar!

Bu bolumde tae'nin o komik ic ses konusmalarini pek goremeyeceksiniz cunku taehyung bu bolumde oldukca baski altinda, stresli, yorgun, tukenmis hissediyor ne yazik ki :(

Doğduğumdan beri çevremdeki insanların hareketlerini inceleyerek yaşamış, karşımdaki kişiyi okuyabiliyor olmam sayesinde kendimi hasar almaktan korumuştum. Bu benim koruma mekanizmamdı. İnsanlara baktığımda gözlerinden bile ne istediklerini anlamak, gerçek bir insan sarrafı olmam konusunda çok yardımcı olan çevrem sayesinde benim için öyle kolay bir hâl almıştı ki artık sahtekârlıklarını görmemek için onlara bakmaz olmuştum. 

Yüzlerini görmek istemiyor, kaçabildiğim kadar uzağa kaçmak istiyordum. Kalabalık arasında olmak beni boğuyor, insanlarla temas etme düşüncesi ise midemi bulandırıyordu. Sanki kendi odamdan başka hiçbir yer güvenli değil gibiydi. Yatağım, güvenli alanımdı ve kimsenin yaklaşmasına izin vermezdim. Odama girildiğinde sinir katsayım anında tepeye vurur, insanların kişisel alanımı işgal ediyor olduğu düşüncesi bile beni korkuturdu. 

Anlaşması kolay bir insan değildim. Nasıl biri olduğumun oldukça farkındaydım ama değişmem için hiçbir sebep yoktu elimde. İnsanlara ılımlı yaklaşmak için, birine sebepsiz yere güvenmek için hiçbir nedene sahip değildim. Çevremdeki hayat yüzünden karşılıklı alışveriş yapmaya o kadar alışmıştım ki, duygularımı satar olmuş, gerçekleri herkesin istediği gibi gömerek normal biri olmaya çalışırken ipin üzerinde bir ileri, bir geri ilerleyip durmuştum. 

Hayat dengesizdi. Yarını bırakın, üç saniye sonra bile ne olacağını bilemiyorken nasıl hayatımı yönetmeye çalışabilirdim ki? Sadece yaşıyordum işte. Ama bu dengesiz olan her şeyden rahatsız olduğum gerçeğini değiştirmezdi. Belirsizlikler, yenilikler, alışılmadık olaylar, bunlar beni olduğumdan daha sinirli, gergin ve huysuz yapardı. Okuyamadığım insanlardan nefret ederdim çünkü onlara yaklaşmak benim için korku doluydu. Ne istediklerini, ne yapacaklarını veya ne yapmış olduklarını anlayamazdım. Onları analiz edemez, bu yüzden kendi karanlığıma sıkışıp kalırdım.

Jeon Jungkook, analiz edebildiğimin çok daha ötesindeydi. Bir çok açık oluyordu, bir çok gizli. Öyle bir an geliyordu ki "İşte bu!" diyordum içten içe. "Gerçek Jungkook bu olmalı!" Ancak saniyeler sonra o çocuk yerine başkası geliyor, kafamı karıştırıyor ve beni tedirginliğe sürüyordu. Bunca sene ona laf atarak bulaşmış olmamın, başka insanları dövmüşlüğüm varken bile ona elimi bile kaldırmamış olmamın tek sebebi bilinmez olmasıydı. Karanlık diyebileceğim bir bilinmez değildi. Aksine, bu sefer her şeye zıt bir şekilde o kadar parlaktı ki gözlerim kamaşıyor, bu yüzden göremiyordum.

Eğer ona bir renk vermem gerekseydi, çabuk kirlendiği için nefret ettiğim beyazı verirdim. Asla temiz kalamıyor olmasına rağmen öyle yakışırdı ki kumaşlara, duvarlara, tene, saçlara, kalemlere, resimlere... Beyaz olmadan bir dünya hayal edemezdi kimse. Kimse tamamen karanlık bir dünyada yaşamak istemediği için karanlığın yok olması onları rahatsız etmezdi, ancak ışıkları söndüğünde, annelerini kaybetmiş yavru kediler kadar korkaklaşırlardı. Bu yüzden Jungkook, beyaz ışıktı gözümde. Güneş ışığı gibi yakmıyor, sadece aydınlatıyor ve bir yandan ısıtıyordu. 

Onun hakkında bunca şeyi bu kadar detaylı düşünmemin sebebi ise, beni sevdiğini söylüyor olmasıydı. Daha önce sevildiğimi duymamış biri değildim. İnsanlar tarafından sıkça kullanılan, amiyane bir laftı  sonuçta; "Seni seviyorum." Kimsenin dudaklarından eksilmezdi, insanlar bu cümle kendilerine söylenmediğinde eksik hissediyordu sanırım. Ancak kimsenin içine sığmayan bu hislerine tercüme bulduğu bir sözcük öbeği değildi bu. Ancak Jungkook, gözlerimin içine bakarak beni sevdiğini söylediğinde, bu içimde bir yerlere dokunmuştu.

POSITIONSWhere stories live. Discover now