üç - acı meyve

59 12 6
                                    

acı meyve

zeynep bakşi karadağ - gözlerim denizde

Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
didem madak

ellerim terliyordu. benim ellerim terlemezdi ki. beynim motor reflekslerime emir gönderemiyordu. sessiz olan telefonum sanki zihnimin içinde durduraksız çanlar çalıyordu. belki şoktaydım, belki bu bir halüsinasyondu ya da yatağımın üzerinde uyuyakalmıştım ve bilinçaltım her zamanki gibi görmemi istediği şeyleri gösteriyordu bana. ama çok iyi biliyordum ki, bu görüntünün varlığı hangi mekan ya da boyuttaysa, ben bu çağrıyı cevaplayacaktım. konuşamayacak, algılayamayacak ama cevaplayacaktım. gerçekliğini kavrayamadığım bu an acı meyveydi ve ben zaten bu acı meyveye açtım.

titreyen ve terleyen ellerimi görmezden gelerek parmağımı yukarı doğru kaydırdım. zamanının göreceli olduğunu telefonu kulağıma taşırken bir kez daha anlamıştım. hiç geçmeyen ama besbelli akan bir terimdi zaman. gözlerimi yumdum. yalansa yalan, hayalsa hayal. gözlerimi gerçeğe yumdum.

'merhaba,'

°°°°°

herkes duygularını farklı tarif ederdi, farklı yerlerde hissederdi. bazıları çok ağır gelir, beyin korunmak için o an her şeyi bastırırdı. sanki hayatın suyun altına gömülen her şeyi isiyle pisiyle karşımıza çıkarmak gibi bir huyu yokmuşcasına. ve bazen ben, idrak etmek için yaşadığım her şeyi, sürekli sürekli kendime anlatırdım.

korkuyordum, herhangi bir ses duymaktan. çocuklar gibi.

başkalarına da anlatabilirdim elbette ama kimsenin beni benden daha iyi dinlemediğini kavramam çocukluk yıllarıma dayanıyordu.

ama en çok da bir ses duymayı arzuluyordum.

her şey zıddıyla vardır, varlığına değer katan zıddıdır. ben de korkuyu zıddıyla var ediyordum.

tok bir sesti. hafif uykulu.

beklediğim bu değildi. zaten bekledimlerim de gerçek olacak şeyler değildi. bir meyvenin acı olduğunu bilmekle, o meyveyi tatmak arasında çok fark vardı. onu tatmamın üstünden bir hafta geçmişti. okuldan çıkmış, üst geçidi geçerken birkaç dakika sonra gelecek olan otobüse yetişmek derdindeydim. gittikçe kalabalıklaşmaya başlayan durak çevresinde, yanımda hiçbir arkadaşım olmadığı ve bugünkü gibi insan dolu olduğunda, içimi saran bir aidiyetsizlik hissi olurdu. nerede durup beklersem bekleyeyim otobüsü, orada fazladan bir figüran, yazarın bahsetmediği karaktermişim gibi. silik bir beden kalırdı elime perçinlenen yalnızlık duygusuyla. çok düşünüyordum, çok, çok, çok. durduramıyordum zihnimi ve o da her seferinde beni en kuytu köşelerine götürüyordu. unutmak veya hatırlamak değildi burada mesele. kapıma zorla bırakılanlardı ve ben ne yapacağımı bilmiyordum.

mesajlarımı kontrol ederken otobüse binip en arkada kimsenin beni rahatsız etmeyeceğini umduğum bir köşeye geçmiştim. kafamda bugün yapmam gerekenleri planlıyordum. uyumayla geçmeyecek bir yorgunluğun etkileriyle yaşıyordum. durmak, durmak istiyorum. duramayacağımı ben de biliyordum. koşmak istiyorum. evet, yaptığım buna benziyordu. yorgunluğa kulağımı tıkıyor, hayatı koşarak yaşıyordum. tüm bu olanları çözmek için başka bir yol bilmiyordum.

elim geçen hafta gelen o mesaja kaydı.

14 Mayıs

annem 🌸: selam, rahatsız etmek istememiştim. kusra bakmayın. 3.05

boşaltamıyordum zihnimi. kopamıyor, kaçamıyordum. insandan geriye ancak insan kalırmış. kalan olmak isteyip istemediğimi sormamıştı kimse. giden olmak gönlümün kaldıramadığı bir seçenekti. öyle arafta kalmıştım. duygularımla başa çıkarken kendimi kaybetmiştim. bir mezardaydım. üstü açık bir mezar. bana gelen sesler silikti, birkaç dua duyuyordum yine de. ara sıra ziyaretçim olurdu kimileri. izbe bir yoldu benimki. dağların arasında kalmıştım. buradan çıkıp, o kirlenmiş üstüm başımla yol da soramazdım kimseye. nasıl soru sorulurdu, nasıl bakılırdı, nasıl yaşanılırdı ben unutmuştum. yaşamaya, bu yaşımda acemiydim. bu sirkte var olan düzenden kopmuş ipte sallanan, birazdan düşecek gibi duran ama herkesin bunu gösterinin bir parçası olduğunu sandığı, bir cambazdım. payıma sus düşmemişti ama ben çıkaracağım bir seste dengemi kaybedeceğimi biliyordum.

o mesaja cevap vermemek korumak istediğim sükunetin bir parçasıydı. korkunun da. ne diyecektim, neyi açıklayacaktım, o niye aramıştı sorularının hepsi zihnimde dolanmaktan bıkmıyordu. içimde sürekli yazmamı söyleyen bir ses vardı. ne olabilirdi ki en fazla? ne kaybederdim, hiçbir şey. bir şey kazanır mıydım, belki. o numaraya yazıp kendini kandırmaktan korkuyorsun. korkuyordum. her şeyi kaldığı haliyle muhafaza ederken, kenarda durup nehirde akan insanları izlemeye alışmışken bu devinime katılmaktan korkuyordum. o nehrin kenarında yemin etmişcesine dururken acımı unutmaktan da. bir şey kaybetmezdim ama kaybettiklerimi daha çok anardım. yapacak işlerim vardı hem benim. biriken ev işleri, projeler, özel ders verdiğim çocuklar. arkadaşlarımla bile buluşup adam akıllı konuşmuyorken ona yazamazdım. onun kim olduğunu bile bilmiyorsun? o zaman neden bunu istiyordum? arkadaşlarım diyerek kendimi kandırdığımın da farkındaydım. arkadaşlıklar bir ipti ve kopmamak için düğüm olmak gerekirdi. ben düğüm olduklarımla bile kopmuştum. belki tam da bu yüzden istiyordum.

beynime tüm bunlardan kaçmak için dur emri verip evdeki işlerimi halletmek için kollarımı sıvadım eve vardığımda. dolabı açtığımda alışveriş yapılması gerektiğini tekrar fark etmiştim. taze fasulyenin bugün için güzel bir seçenek olduğuna karar verip yanında pilava karar kılmıştım. aynı şeyleri yapmaktan da yemekten de sıkılmıştım. evet, hatta bu yüzden kahvaltıyı atlıyorsun artık ve iki kilo verdin. yemek yiyememenin yolunda olmayan bir şeylerin habercisi olduğunu biliyordum. belki de koştuğumu sanarken çoktan ayaklarımın üstüne çakılmış ve durmuştum, bilmiyordum.

pilavı yapıp sofra bezine sararken kapının sesine koşmuştum. 'hoş geldin,' gözleriyle temas kurmadan babama uzanıp kulağına fısıldamıştım.

'hoş buldum bal kızım, hoş buldum,' dedi usulca. o çekilip banyoya yönelirken ben mutfağa geçmiştim. sofrayı kurmuş, yemek yemiş toplamış ve kendi odalarımıza çekilmiştik. odamı toplamadan hiçbir zaman çalışmaya başlamaz, çalışırken de farkında olmadan dağıtırdım. bu yüzden önce odayı düzenlemiş ardından okumam gereken makaleleri tek tek açmış aralarında gezinip notlar alıyordum ama elim sürekli telefona, o mesaja ve aklım o geceye kayıyordu.

kimdi bilmiyordum. niye aramıştı yine bilmiyordum. o kadar doluydu ki kafam, artık mesajlarımın çift tık olduğunu bile fark etmemiştim. her gece yatarken tek istediğim anneme iyi geceler diyebilmekti, eğer beni hissediyorsa diye bir yerden. bir yıl olmuştu. annemin yavaş yavaş gidişinin üzerinden bir yıl geçmişti. 'anne,' demiştim bir kez, 'herkes gitse, bir tek sen kalsan ben hiç yalnız hissetmem biliyor musun?' devamı da vardı o cümlenin ama o duyamamıştı. sen gittin, herkes kaldı anne. ben şimdi çok yalnız hissediyorum şimdi. onsuz bir yıl yaşamıştım ama onsuz nasıl yaşanır hâlâ anlamamıştım

alışamamıştım.

alışamadım. o yüzden gecemi gündümüzümü sana yazdım. kimse görmeyecek bilmeyecek diye düşündüm. o gecede öyle düşündüm. rüyayla gerçeğin karıştığı bir sanı anında, öylece ekranda yazanın sen olduğunu sandım.

sen değilmişsin anne.

o zaman kimdi bu acı meyveyi bana veren?

bir yıldız söner avuçlarımızda | biraz textingHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin