17

28 3 0
                                    

Amalia'nın cezası

"Ancak çok geçmeden, mektupla ilgili dört bir taraftan soru yağmuruna tutulduk; dost, düşman, tanıdık, tanımadık herkes geldi. Ama pek uzun kalmıyorlardı, en hızlı gidenler en yakın dostlarımızdı. Başka zaman ağır ve vakur olan Lasemann içeri girdi, odanın ölçüsünü alıyormuş gibi bakışlarını çepeçevre gezdirdi ve işi bitti; Lasemann'ın kaçıp gitmesi, babamın kendini diğer insanlardan kurtarıp Lasemann'ın peşi sıra koşması, evin eşiğine geldikten sonra pes etmesi korkunç bir çocuk oyunu gibiydi; Brunswick gelip babama istifasını bildirdi; dürüstçe kendine bir iş kuracağını söyledi; fırsattan yararlanmayı bilen açıkgöz bir adamdı; müşteriler gelip, babamın deposunda tamir edilmek üzere duran çizmelerini bulup çıkardılar; babam önce müşterileri caydırmaya çalıştı –biz de hepimiz onu var gücümüzle destekledik–, daha sonra babam vazgeçerek, sesini çıkarmadan müşterilere aramada yardım etti, sipariş defteri satır satır çizildi, müşterilerin bize bıraktığı deri stokları kendilerine teslim edildi, borçlar kapatıldı; bütün bunlar en ufak bir tartışma çıkmadan yürüyüp gitti; bizimle bağlarını olabildiğince hızlı ve tamamen koparanlar memnundu, bu sırada bazı kayıplara uğrasalar da buna aldırmıyorlardı. Ve nihayet, önceden tahmin edilebileceği gibi, itfaiye müdürü Seemann göründü; o sahne hâlâ gözümün önündedir: İriyarı, ancak biraz kambur, ciğerlerinden rahatsız, her zaman ciddi, gülmeyi bilmeyen Seemann; hayranlık duyduğu, samimi oldukları saatlerde müdür yardımcılığı pozisyonu sözü verdiği babamın karşısına dikilmiş, ona şimdi derneğin onunla yollarını ayırdığını ve diplomasını iade etmesini istediğini söylüyordu. O sırada evimizde bulunan insanlar işlerini öylece bırakıp, iki adamın çevresinde bir daire oluşturdular. Seemann bir şey söyleyemiyor, durmadan babamın omzuna vuruyordu, sanki söylemesi gereken, ancak bulamadığı sözcükleri vura vura babamdan çıkarmaya uğraşır gibiydi. Bir yandan da hep gülüyor, bu yolla kendini ve oradaki herkesi biraz yatıştırmak istiyordu adeta; ancak gülmeyi bilmediği ve kimse onun güldüğünü duymadığı için, bunun gülme olduğuna inanmak kimsenin aklına gelmiyordu. Babamsa o gün olanlardan kimseye yardım edemeyecek kadar yorulmuş ve çaresizliğe düşmüştü, hatta neler olduğunu düşünemeyecek kadar yorgun görünüyordu. Aslında hepimiz aynı çaresizlik içindeydik, ama genç olduğumuzdan tamamen yıkılıp gittiğimize inanamıyorduk; dizi dizi konuklar arasından sonunda birinin çıkıp bir emir vereceğini ve her şeyin yeniden tersine dönmesi için baskı yapacağını düşünüyorduk sürekli. O budalalığımızla Seemann'ın bu iş için çok uygun olduğunu düşünüyorduk. Bu sonu gelmeyen gülmenin ardından nihayet açık sözlerin çıkmasını heyecanla bekliyorduk. Bize yapılan aptalca haksızlık dışında burada gülünecek ne vardı ki? Müdür Bey, Müdür Bey, söyleyin artık insanlara, diye düşünerek Seemann'a doğru sokulduk, ama bu onun tuhaf şekilde dönme hareketleri yapmasından başka işe yaramamıştı. Seemann sonunda –gerçi bizim gizli arzularımızı yerine getirmek değil, kalabalığın heveslendiren ya da öfkeli seslenmelerine karşılık vermek için– konuşmaya başlamıştı. Biz hâlâ umutluyduk. Seemann, babama övgüler yağdırarak söze başladı. Ondan derneğin ziyneti, genç kuşak için erişilemeyecek bir örnek olarak söz etti, ayrılması derneği yıkılma noktasına getirebilirdi. Burada noktalansaydı eğer, bunların hepsi güzel sözlerdi. Ancak Seemann konuşmayı sürdürdü. Dernek bütün bunlara karşı babamı yine de –ancak geçici bir süre için– ayrılmaya davet ediyorsa, derneği buna zorlayan nedenlerin ciddi olduğu bundan anlaşılabilirdi. Babamızın dünkü şenlik sırasındaki parlak başarıları olmasaymış, iş belki bu noktaya gelmezmiş, işte bu başarılar resmi makamların özellikle dikkatini çekmiş; şimdi bütün gözler derneğin üzerine çevrildiği için, adının temizlenmesi üzerinde eskisinden çok durulması şartmış. Bir ulağa hakaret edilmiş olması söz konusuymuş, dernek bu durumda başka çıkar yol bulamamış ve kendisi, Seemann da bunu bildirmek gibi zor bir görevi üstlenmiş. Babamız bu görevi daha da güçleştirmezse iyi olurmuş. Bunu açıklayabildiği için Seemann öyle neşelenmişti ki, bunun verdiği güvenle karşısındakine aşırı saygı göstermeyi bir anda elden bırakarak, duvarda asılı diplomayı işaret edip parmağını salladı. Babam başını sallayıp, diplomayı almaya gitti, ancak elleri titrediği için kancadan indiremedi; ben de bir koltuğun üzerine çıkıp ona yardım ettim. Ve o andan itibaren her şey bitti; babam diplomayı çerçevesinden bile çıkarmadan Seemann'a olduğu gibi teslim etti. Sonra bir köşeye oturdu, ne kımıldadı ne de kimseyle konuştu; biz son kalan müşterilerle becerebildiğimiz kadar pazarlık yapmak zorunda kalmıştık." – "Sence bu işte şatonun etkisi nedir?" diye sordu K. "Şato o sırada müdahale etmemiş gibi sanki. Şimdiye kadar anlattıkların, insanların düşüncesizce telaşları, başkasının zararına sevinme, güvenilmez arkadaşlıklardı yalnızca, yani her yerde karşılaşılan şeyler; ancak baban açısından da –hiç değilse bana öyle geldi– bir anlamda küçük bir şey, çünkü nedir ki o diploma? Yeteneklerinin onayıdır ve onda kaldılar sonuçta; bu yetenekler onu vazgeçilmez kılıyorsa daha iyi; gerçekten de diplomayı ikinci söyleyişinde müdürünün ayaklarının önüne atsaydı, adamın işini daha da güçleştirmiş olurdu. Ama bana pek anlamlı gelen noktaysa, Amalia'dan hiç söz etmemen; her şeyin suçlusu olan Amalia, muhtemelen sakin sakin arka planda durup, ortalığın toz duman oluşunu izlemiştir." – "Hayır," dedi Olga, "kimse suçlanamaz, kimse başka türlü davranamazdı, her şey şatonun etkisiyle yapıldı." – "Şatonun etkisi," diye tekrarladı, kimseye fark ettirmeden avludan içeri giren Amalia; annesiyle babası çoktan yataklarına yatmışlardı. "Şato hikâyeleri mi anlatılıyor? İkiniz hâlâ mı baş başa oturuyorsunuz? Hani sen hemen gidecektin K., ama saat ona geliyor. İlgilendiriyor mu bu hikâyeler seni gerçekten? Bu hikâyelerden beslenen insanlar var burada, sizin burada oturduğunuz gibi bir araya gelirler ve birbirlerine karşılıklı eziyet ederler. Ama sen bu insanlara benzemiyorsun bence." – "Olur mu," dedi K., "tam da onlara benziyorum; buna karşın bu hikâyelerle ilgilenmeyen ve yalnızca başkalarının ilgilenmesini bekleyen insanlar beni pek etkilemez." – "Evet ama," dedi Amalia, "insanların ilgi alanları pek çeşitlidir; bir defasında genç bir adamdan söz edildiğini duymuştum, aklını gece gündüz şatoya vermişti, başka ne varsa boşlamıştı, aklı fikri hep yukarıda, şatoda olduğu için, aklını yitirmesinden endişe ediliyordu. Ama sonra ortaya çıktı ki, delikanlının derdi şato değil, kalemlerde bulaşıkçılık yapan kadının kızıydı yalnızca; kızı ona verdiler ve her şey düzeldi." – "Bu adamdan hoşlanırdım, sanırım," dedi K. "Adamdan hoşlanacağından kuşkuluyum," dedi Amalia, "ama belki karısından. Neyse, sizi rahatsız etmeyeyim, ama ışığı söndürmem gerekecek, annem babam için. Gerçi hemen derin bir uykuya dalarlar, bir saat geçmeden asıl uykuları bitmiştir, o zaman en ufak ışıktan bile rahatsız olurlar. İyi geceler." Gerçekten de ortalık hemen karardı; Amalia herhalde yerde bir köşede, annesiyle babasının yatağının yakınlarında yatacak yerini hazırlıyordu. "Amalia'nın sözünü ettiği o genç kim?" diye sordu K. "Bilmiyorum," dedi Olga, "ona pek uymasa da Brunswick'tir belki, ama başka biri de olabilir. Amalia'yı doğru dürüst anlamak pek kolay değildir, çünkü alaylı mı, ciddi mi konuştuğu çoğunlukla anlaşılmaz. Genelde söyledikleri ciddidir, ama alaylı gibi gelir kulağa." – "Bırak şu yorumları!" dedi K. "Ona nasıl bu kadar bağımlı oldun? O büyük felaketten önce de mi böyleydi? Yoksa sonrasında mı oldu? Peki ona bağımlılıktan kurtulmayı istemedin mi hiç? Bu bağımlılığın mantıklı bir nedeni var mı peki? Amalia en küçüğünüz olduğuna göre söz dinlemek ona düşer. Suçlu ya da suçsuz, ailenin başına bu felaketi o sarmış. Her yeni günde sizden bunun için özür dileyeceği yerde, hepinize tepeden bakıyor, lütfedip anne babanızla ilgilenmenin dışında hiçbir şeye karışmıyor, kendi ifade ettiği gibi hiçbir sırrı öğrenmek istemiyor, sonunda sizinle konuşursa bunu çoğunlukla ciddi bir ifadeyle yapıyor, ama söyledikleri kulağa alaylı geliyor. Yoksa bazen sözünü ettiğin güzelliğine güvenerek mi size hükmediyor? Aslında üçünüz birbirinize çok benziyorsunuz, ama Amalia'yı ikinizden ayıran bu özelliği var ki, ona kesinlikle zarar veriyor; soğuk ve sevgisiz bakışından onu henüz ilk gördüğümde ürkmüştüm. Hem Amalia en küçüğünüz, ne var ki dış görünüşünden bu hiç anlaşılmıyor. Yaşını göstermeyen ve yaşlanmayan kadınlardan o, ama aynı zamanda da hiçbir zaman genç olmamışlardan. Sen onu her gün gördüğünden yüzündeki sertliği fark etmiyorsun. Bu yüzden, Sortini'nin eğilimini şöyle bir düşününce pek ciddiye alamıyorum; Amalia'yı belki de o mektupla çağırmak değil, cezalandırmak istedi yalnızca." – "Sortini'yi konuşmak istemiyorum," dedi Olga. "Şatodaki beylerin yapamayacakları şey yoktur, meselenin en güzel ya da en çirkin kız olması fark etmez. Bunun dışında Amalia konusunda tamamen yanılıyorsun. Bak, sana Amalia'yı beğendirmem için bir neden yok ortada, ama yine de bunu yapmaya kalkıyorsam, bu senin içindir. Amalia bir şekilde felaketimize yol açtı, bu kesin, ama babam bile, bu felaketten en ağır zararı gören, özellikle evde sözünü esirgemeyen babam bile o en zor zamanlarda Amalia'ya suçlayıcı tek söz söylemedi. Ve bunu Amalia'nın davranışını onayladığı için yapmadı; Sortini'nin hayranı olarak bu nasıl onaylayabilirdi ki? Amalia'nın davranışını anlamaktan çok uzaktı; kendini ve varını yoğunu Sortini uğruna seve seve feda edebilirdi babam; ama gerçekte muhtemelen öfkelenen Sortini'ye yapamadı bunu. Muhtemelen öfkelenen diyorum, çünkü Sortini'den bir daha haber alamadık; o zamana kadar insanlardan uzaktı, o günden sonra da sanki hiç yoktu. O sıralar Amalia'yı görecektin! Kesin bir cezanın çıkmayacağını hepimiz biliyorduk. İnsanlar bizden uzaklaştılar yalnızca. Hem buradakiler hem şatodakiler. Halkın geri çekildiği fark edilirken, şatonun uzaklaşması belli olmuyordu. Eskiden de şatodan ilgi görmezdik, şimdi değişimi nasıl anlayabilirdik ki? En kötüsü bu sessizlikti. İnsanların uzaklaşmasının kötü tarafı yoktu, çünkü herhangi bir inançtan böyle davranmıyorlardı, hem bize karşı muhtemelen ciddi bir düşmanlıkları da yoktu, bizi bugünkü gibi hor görmüyorlardı henüz, yalnızca korkudan böyle davranmışlar ve işin nereye varacağını bekliyorlardı. Sıkıntıya düşeceğimizden de kaygılanmamız gerekmiyordu henüz, borçlular bize borçlarını ödemişlerdi, hesapları kârla kapatmıştık; yiyecek içecek eksiğimizi akrabalarımız gizlice karşılıyordu, kolay oluyordu, çünkü hasat zamanıydı; gelgeldim tarlalarımız yoktu ve bize hiçbir yerde iş vermiyorlardı, hayatta ilk kez aylaklığa mahkûm edilmiştik. Şimdi temmuz ve ağustos sıcağında pencereler kapalı, hep birlikte oturuyorduk. Hiçbir şey olmuyordu. Ne bir çağrı ne bir haber ne de bir konuk, hiçbir şey." – "Hiçbir şey olmuyordu," dedi K., "kesin bir ceza da beklenmiyordu madem, neden korktunuz o zaman? Nasıl insanlarsınız siz böyle!" – "Sana nasıl anlatsam acaba?" dedi Olga. "Olacaklardan korkmuyorduk, zaten mevcut durumdan yıpranıyorduk, cezanın tam ortasındaydık. Köydekiler yanlarına gitmemizi, babamın atölyesini yeniden açmasını, güzel elbiseler dikmeyi beceren, ancak yalnızca en seçkin kişiler için yapan Amalia'nın yine sipariş almaya gitmesini bekliyorlardı; bize yaptıklarına herkes pişmandı; köyde saygın bir ailenin ansızın tamamen dışlanmasından bir şekilde herkes zarar görür; onlar bizimle ilişkilerini keserek görevlerini yerine getirdiklerine inanmışlardı, onların yerinde olsak biz de farklı davranmazdık. Meselenin ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardı aslında; ulak bir avuç kâğıt parçasıyla Beyler Hanı'na dönmüştü yalnızca. Frieda onun gittiğini ve döndüğünü görmüş, onunla bir iki laf etmiş, sonra da öğrendiklerini hemen çevreye yaymıştı. Ama bunu bize düşmanlığından değil, görev icabı yapmıştı; aynı durumda kim olsa bunu görev bilirdi. Dediğim gibi, bütün bu işlerin olumlu bir çözüme ulaşması herkesi çok memnun edecekti. Eğer biz ansızın gidip, her şeyin yoluna girdiği, örneğin bir yanlış anlaşılma olduğu ama artık tamamen açığa kavuşturulduğu, ya da bir suçun söz konusu olduğu ama –ki insanlara bu bile yeterdi– şatoyla olan iyi ilişkilerimiz sayesinde olayı bastırmayı başardığımız haberiyle gelebilseydik, o zaman insanlar bizi kuşkusuz kollarını açarak karşılar, öper, kucaklardı ve kutlamalar yapılırdı; benzeri şeylerin yaşandığına başkalarında birkaç kez tanık oldum. Aslında böyle bir haber bile gerekmeyebilirdi; eğer kendimizi kurtarıp sunabilseydik ve mektuptan tek bir söz bile etmeden eski ilişkilerimize kaldıkları yerden devam etseydik, bu yeterdi; konunun tartışılmasından herkes seve seve vazgeçerdi; öyle ya, insanların bizden uzaklaşmasının nedeni korkunun yanı sıra olayın nahoşluğuydu; olay hakkında ne bir şey duymak ne bir şey konuşmak ne bunu düşünmek ne de buna bulaşmak istemişlerdi. Frieda olayı çevreye duyurmuşsa, bunu bundan zevk almak için değil, kendini ve diğerlerini bu olaydan korumak, burada herkesin kendini özenle koruması gereken bir şeyin meydana gelmiş olduğuna köy halkının dikkatini çekmek için yapmıştı. Burada söz konusu olan aile olarak biz değil, yalnızca olaydı ve de bu olaya karıştığımız için yalnızca bizdik. Yine ortaya çıksaydık, geçmişi olduğu gibi bıraksaydık, bir yolunu bulup konunun üstesinden geldiğimizi davranışlarımızla gösterebilseydik ve halk da –nasıl bir olay olursa olsun– bu konunun bir daha açılmayacağına güvenebilseydi, her şey yoluna girerdi; eski yardımseverliği yine herkesten görürdük ve kendimiz olayı tamamen unutamasak bile insanlar bunu anlayışla karşılar ve tamamen unutmamıza yardım ederlerdi. Ne var ki biz böyle yapacakken evde oturduk. Neyi beklediğimizi bilmiyorum, Amalia'nın kararını olsa gerek; Amalia o sabah ailenin yönetimini zorla ele geçirmiş, avcunda sımsıkı tutuyordu. Bunu ne özel davranışlar ne komutlar ne de ricalarla, neredeyse yalnızca susarak yapıyordu. Biz ötekilerin birbirimizle konuşacak çok şeyimiz vardı elbette; fısıldaşmalar sabahtan akşama kadar durmadan sürüyordu; bazen babam büyük bir korkuya kapılarak beni yanına çağırıyordu ve ben yarı geceyi yatağının kenarında geçiriyordum. Ya da bazen Barnabas'la ben baş başa oturuyorduk; ama o olayı pek anlayamıyor ve sürekli hararetli açıklamalar bekliyordu; bunlar sürekli aynı şeylerdi; Barnabas, yaşıtlarını bekleyen tasasız yılların onun için artık söz konusu olamayacağını biliyordu herhalde; böylece oturuyorduk onunla –K., aynen şimdi ikimizin yaptığı gibi– ve gece olmuş, sabah olmuş fark etmiyorduk. İçimizde en güçsüz olan annemdi, çünkü yalnızca ortak acımızı değil, teker teker her birimizin acısını da paylaşıyordu; böylelikle ailemizin başına geleceğini sezdiğimiz değişimleri annemde fark edince dehşete kapılıyorduk. Annemin en sevdiği yer bir kanepenin köşesiydi –ama o kanepe çoktandır bizde değil artık, Brunswick'in salonunda duruyor–, orada oturur, ya uyuklar ya da dudaklarının oynamasına bakılırsa uzun uzun kendiyle konuşurdu, ama tam olarak ne yaptığını kimse anlayamazdı. Bizim sürekli, karman çorman, kesin olan bütün ayrıntıları, kesin olmayan bütün olasılıklarıyla mektup olayını konuşmamız ve iyi bir çözüm bulabilmek için çareler geliştirmekte birbirimizle yarışmamız çok doğaldı; bu doğal ve kaçınılmazdı, ama iyi değildi, çünkü böylece aslında kaçmak istediğimiz şeyin durmadan daha çok içine batıyorduk. Ama bu fikirler istedikleri kadar parlak olsunlar, hiçbir işe yaramıyordu, Amalia olmadan hiçbiri uygulanamazdı, hepsi hazırlık sürecindeki bilgi alışverişiydi, sonuçları Amalia'ya kadar ulaşmadığı için de anlamsızdılar, hem ulaşmış olsalar bile suskunluktan başka bir karşılık görmeyeceklerdi. Ama neyse ki Amalia'yı bugün o zamanlara göre daha iyi anlayabiliyorum. O hepimizden çok çekti; bunlara katlanıp da bugün nasıl hâlâ aramızda yaşayabildiğine akıl erdiremiyorum. Belki annem hepimizin derdini omuzlamıştır, üzerine çöktükleri için bunlara katlanmıştır, ama uzun da katlanmadı; bunları bugün hâlâ bir şekilde çektiği söylenemez, annemin daha o zamanlar zihni bulanmıştı. Gelgeldim Amalia acı çekmekle kalmadı, çektiklerinin içyüzünü kavrayacak akla da sahipti; bizler yalnızca sonuçları gördük, o ise nedenini; bizler küçük umutlar peşindeydik, o ise her şeyin karara bağlandığını biliyordu; bizim işimiz fısıldamak, onunkiyse yalnızca susmaktı; gerçekle yüzleşiyor, bu yaşamı bugünkü gibi o gün de yaşıyor, ona katlanıyordu. Çektiğimiz onca zahmete karşın bizim durumumuz Amalia'ya göre ne kadar daha iyiydi ki? Evimizi terk etmek zorundaydık elbette; Brunswick taşındı oraya, bize de bu kulübeyi verdiler; varımızı yoğumuzu el arabasıyla birkaç sefer yaparak taşıdık buraya; arabayı Barnabas'la ikimiz çektik, babamla Amalia arkadan iterek yardım ettiler; önceden buraya getirdiğimiz annemiz karşıladı bizi; bir sandığın üstüne oturmuş, durmadan hafiften sızlanıyordu. Ama anımsıyorum, bu zahmetli araba yolculuğu sırasında bile –bizim için ayrıca çok utandırıcıydı, yolda hasattan dönen arabalara rastlıyorduk sıklıkla, arabadakiler bizi görünce seslerini kesiyor, başlarını çeviriyorlardı– Barnabas ve ben bu yolculuklar sırasında bile sıkıntılarımızdan ve planlarımızdan konuşmaktan vazgeçmiyor, konuşurken arada bir duruyorduk; ancak babamızın 'Hey!' diye seslenmesi bize sorumluluklarımızı hatırlatıyordu. Ne var ki bütün bu konuşmalar taşındıktan sonra da, bize yavaş yavaş yoksulluğumuzu duyumsatmanın dışında yaşamımızda hiçbir şeyi değiştirmemişti. Akrabalardan gelen yardımlar kesilmiş, elimizde avucumuzda ne varsa hemen hemen tükenmişti; senin de bildiğin bize yönelik küçümsemeler o dönemde hissedilmeye başladı. Mektup olayından sıyrılacak gücümüzün bulunmadığının farkındaydılar, bize bu yüzden çok kızdılar; tam olarak bilmeseler de, yazgımızın ağırlığını küçümsemediler; böyle bir sınavın muhtemelen bizden daha iyi üstesinden gelemeyeceklerini biliyorlar, ama bizden bütünüyle kopmayı bir o kadar gerekli görüyorlardı; olayın altından kalkabilseydik, bizi göklere çıkaracaklardı, ama bunu başaramadığımız için, o güne kadar yalnızca geçici olarak takındıkları tavırları sürekli bir hal aldı, bütün çevrelerden soyutlandık. Bizden söz ederken insan olduğumuzu unutuyor, soyadımızı ağızlarına almıyorlardı; bizden söz etmek zorunda kalırlarsa, içimizden en masumumuz Barnabas'ın adıyla anılıyorduk; kulübemizin adı bile kötüye çıkmıştı; eğer kendini gözden geçirirsen, sen de evimize ilk girdiğinde bu küçümsemeyi haklı görür gibi olmuştun; sonraları insanlar ara sıra da olsa yeniden evimize girip çıkmaya başladıklarında, sıradan şeylere, örneğin küçük gaz lambasının masanın üstünde asılı olmasına burun kıvırdılar. Masanın üstüne değil de nereye asacaktık? Ama onlar için dayanılmaz bir görüntüydü bu. Ama lambayı başka yere assak da, nefretleri değişmiyordu. Biz de, sahip olduklarımız da aynı nefrete maruz kalıyordu."

ŞatoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin