Saldırı

293 143 48
                                    


Nevbahardım… Sonbahardan doğma büyük kıyametli bir can... Bu kıyametle tanışmadan öncesi az çok aklımda.

Talebelik zamanlarım anlayamayacağım derecede çalkantılı geçti. Neyin ne olduğunu kestiremeden birkaç yılı eksiltmiş bulundum ömrümden. Tek bildiğim çocuk olduğumdu. Öyle ya da böyle...

Başka çocuklardan farklı bir yetiştirilme tarzım vardı. Matematiğe olan özgüvensizliğim, kalıcı bir öğretim tarzıyla yıkılmaya çalışıldı. Tabii bu daha yüksek duvarlara, demir parmaklıklara neden olmuştu. Benim çağımda, tablolarının üzerinde soyulmuş elimin deri parçacıkları, damlamış bir iki kan ve yinyang dengesini kurmaya çalışan gözyaşlarım mevcuttu. Ebeveyn dediğimiz "kavramlar" hayatımızın en azından bir anında "Cellat" olduğunu gördüğümüz insanlardan oluşuyordu. Ruhumuzun cellatları… Bunu uygulamak ve o hissiyatı yaşatmak ise sadece ufak bir dakikaya sığar. Sihirli parmaklar yine bir çocuğun canını alırcasına dayak yemesine ve tam ruhunu teslim ederken geri hayata döndürmesiyle ilişkilendirilir. Bu yönden şansı yaver gitmiş birisiydim. Akla gelebilecek korkunç bir çok tekniği bende öğrenmiş (öğretilmiş)bulundum. Çünkü;
Her tecrübe sahibinden tohumuna akan bir ırmaktır...
Sessizlik içerisinde kendi keşif yolculuğunu sürdüren bir ermiş idim. Her yaşadığım acıyı kalbimdeki mezarlığıma gömüp toprağımı gözyaşlarımla suluyordum. Umut çiçekleri hep istenmeyen vakitlerde burnunuzun önünde bitiverir. "Bak ben burdayım, nereye gidiyorsun ki? Ben daha ölmedim, yaşlarının canıyla yaşıyorum!" dediğini duyarsınız. Bende bu çiçeklerin köküne tutunarak uçurumlarımın eteklerinde ilerlemeye çalışıyorum. Her sevgisizlik, her haksızlık yolumu inceltiyor. Bu çiçeklere tutunarak başka ruhlara doğru gezintiye çıkıyorum ,huzur dolu bir son için…

Biraz önce siyah demirli kapıyı arkamdan bıraktım. Eve doğru yol alıyordum. Yalnızlığımın adımlarını her attığımda karanlığımın tıknaz sesini ensemde duyuyordum. Garip bir hitabeti vardı. Bu dili bilmiyordum, çözemiyordum. Henüz...

Bursanın çarşıları size hoş gelecek bir hipnoza sokabilir. Lavanta kokulu havlular, çiçek işlemeli kumaşlar, bebek cildinden daha yumuşak dokunmuş ipekliler, en katı ruhu doygun tutkularla beslemeye yeter. Gözlerimi bu şekerli tadla şenlendiriyor, manzara resminin arkasında gizlenen tüm karanlığı biraz olsun kendi haline bırakıyordum.

Biraz kitap okumak, belki biraz da kendimi matematiğe zorlamak için kütüphanenin restore edilmiş kapılarına dayanıyorum. Burası özgür olduğumu hissettiğim tek yer. Kaçtığım tüm dayakların acısını haşin mısraların içinde, katı kelimelerin kızgın çizgilerinde buluyor, Her beyin sarsıntısı yaşadığım vakitte ise kilitleri kırılmış kapakları, sonuna kadar açılmış boş hafıza depocuklarını keşfediyor; buraları da en özenli, en cafcaflı kelimelerle dolduruyordum. Ders çalışmak, hep bahaneler içerisine  gizlenmiş yegane kurtuluş anahtarımdı. Burası ise, en açıkta kalan gizli sığınağım ve yalan hayatta kalmamış olan kurtuluş anahtarıydı. İşlediğim tüm günahlar bitiş çizgisine benden daha yakın, bunu hissediyordum.

Yaşına göre olgun beden hatlarına sahip, nitekim cahilce yetiştirmeye ve haipshanedeki bir mahkum kadar özgürlüğü öğretecek aile yapısında olduğum için ruhum çocuk kalmış idi. 13. yaşlarımın sonu, 14. yaşlarımın başları idi hatırlarsam bu anlatacağım zamanlar. Çocuktum... Çocuk olmayı isteyen bir çocuk ve kaç yaşına kadar gelirsem geleyim bu doğuştam hakkım olan evreyi sonuna kadar yaşama gayretindeydim. Elbet insan ne zaman büyüyeceğine karar veremez, engelleyemez ve geçiştiremez. Bende tam bu zamanlarımda en acı verecek şekilde büyümüştüm. Büyüme anımı ise  kütüphanedeki özgürlüğümü kısa süreli terkettiğimde yaşayacaktım.

Kitaplar arasındaki en masum saatlerimi geçirdikten sonra kendimi eve göndermek için ruhumu kapattım. Kulağımda kulaklıklar en teselli edici ezgileri çalarak adımlarımı ilerletiyordu. Yorgundum ve çaresiz... Bu çaresizliğim işitilmiş hakaretlerle yoğrulmuş acının örgüsündeki nihai sonucumdu. Son yokuştan aşağıya inerek şehrin en eski binalarından birisine daldım, zemin katta yer alan evin kapısını açtım ve hiçbir şey söylemeden içeriye girdim. Odamın kapısındaki buzlu camı askılık sayesinde ceketimle gerdirip örtmeyi başardım. Şeytani gözlerden korkuyordum. Acımayan, arsız ve insanlığı hiçbir zaman keşfetmemiş gözlerden…

AKDENİZ'İ CEBİNDE TAŞIYAN KIZWhere stories live. Discover now