12

107 23 223
                                    

hiç düzenlemeden fırlatıyorum bölümü. finale kadar taslak taslak devam. ♡.

Çığlık, herkes topraklarına dönmeye karar verdiğinde duyulmuştu. Tabutlarına yerleşen bedenler durmuş, bir süre sadece sessizlik hüküm sürmüştü.

Karanlıklardaydım. Birkaç solucanın yaklaşması harici hiçbir şey duyamaz halde, çığlığın sahibini merak ederek uzanıyordum. Birisinin yardıma ihtiyacı var, diyordu kafamın içindeki ölü ses. Yardım edemeyeceğim birisinin, diyordum.

Neden üzülüyorum? Buna hiçbir zaman açıklama getiremedim. Mezarlıktakilerin çoğu yaşayanlar için üzülmeyi bırakalı asırlar olmuştu. Mezbek dahi, duygularını hala koruyor oluşuna nazaran dışarıdakilere yardım eli uzatmazdı. Asla.

"Onlar orada kaldı Kızıl," derdi bana. "Biz ise buraya aidiz. Farklı yerde yaşayan iki insan değiliz, olmamamız gereken bir toprakta kök salmış, yaşayanların dünyasını işgal ediyoruz," derdi.

"Onlara yardım edemezsin," derdi. "Etmemelisin."

Bir keresinde denemiştim. Çok önceden, belki de yakınken; anımsayamıyorum. Bir çocuk ağlaması duymuştum. Birden bire başlamıştı, sessizliğin içinde ansızın yükselerek adımlarımı kendisine çekmişti.

"Hey, ufaklık. Orada mısın? İyi misin?" demiştim başka nasıl yaklaşacağımı bilemeden. Yanına yaklaştığımı, önünde diz çökerek omzuna elimi koyduğumu hatırlıyorum. Tüm iyi niyetimle.

Ağlamayı kesti, yüzüme baktı ve çığlık atarak uzaklaştı. Sonraki saniyede birkaç kişiden yardım dilendiğini ve ben oradan tam zamanında uzaklaşmadan önce birkaç adamın sokağın başında toplandığını gördüm.

Mezbek bunlar olurken daha yoktu. Yine de, yardıma ihtiyacı varmış gibi duran birisini gördüğümde arkamı dönüp gidemiyordum. En azından birisinin yardım eli uzattığı görene değin beklemek gibi bir alışkanlık geliştirmiştim. Bir de şapka almayı ihmal etmemek gibi.

Bu sebeple Mezbek "Merak ediyorsun, biliyorum," dediğinde uzun zaman sonra kasabaya inmeye karar vermiştim. "Hiçbir şeye bulaşmayacaksın, yoksa önümüzdeki on asır nereye gidersen peşinden gelirim ona göre."

Şapkamı en son nerede bıraktığımı hatırlamıyordum. Hoş, en son ne zaman dışarı çıktığımı da hatırlamıyordum ya. "Sadece bahçeye uğrayıp geri döneceğim," dedim Mezbek'ten uzaklaşırken. Kararımdan dönmem için saniyeler yeterliydi nitekim hala Porsuk'un gözleri zihnimde asılı duruyordu.

Cansız bedeninde en canlı yerler o beyaz boşlukları gibi, körlükleri ardında beni gerçekten görebiliyorlarmış gibi bana bakan beyaz gözler. Gülümsüyordu. Özgürdü.

"Kendini özgür kılabilirdin," diyordu bana bakarak. "Neden güneşten kaçıyorsun?"

Yeni bir şapka almayı düşünüyordum oysa sokaklar hiç olmadığı kadar boştu. Normalde olan birkaç gececi bile ortalarda görünmüyordu o gün. Şapkayı es geçtim, hızla gidip geri dönmek istiyordum.

Dışarıda kalmak artık beni tatmin etmiyordu, eski cazibesini tamamen yitirmiş, baktığım her yer beyaz parlar olmuştu.

Porsuk'u Mezbek'e anlatmalıyım.

Ama şimdi değil. Şimdi bahçedeyim. Çiçeklerin kokusunu ta buradan alabiliyorum. Birçoğundan geriye yalnızca yaprakları kalmış ama birkaçı hala orada.

Bahçeye bakan odalardan birinde ışık hala yanıyordu, yine de perdesi kapalı olduğundan güvenli olduğunu düşünerek sessizce içeri girdim. Fazla vakit geçirmek gibi bir planım yoktu ne de olsa.

Anılarım kuvvetli değiller, hafızam artık çalışmıyor ama en son seferki çiçeğin yerini çok net anımsıyordum. Adımlarım beni yanına taşıdı, dizlerim önünde eğildi hemen. Gözlerim yumulu, sadece kokusunu hissettim.

Bana yaşadığımı hissettiren bir koku. Hayatta olmanın ne demek olduğunu yaşatan bir koku. Derin bir nefes alma, hayatın buna bağlıymışçasına soluman gerekirmiş gibi hissettiren koku.

"Şapkan için mi geldin?" dedi bir ses. Kıpırdamazsam beni görmezdi, değil mi? Karanlığa karışıp, yok olup gidebilirdim, değil mi? Ne de olsa ölüydüm ben, beni hissetmemeliydi, değil mi?

"Sorun değil, durabilirsin. Hem, çiçekler seni seviyor. O yüzden burada olman gerek. Şapkanı getireyim." Uzaklaşan adım seslerini dinlerken hareketsizliğimi koruyordum, yok olmayı umuyordum. Yok olmalıydım. O an kalkıp gitsem, bana yetişemeden uzaklaşsam diye düşünüyordum. Öyle de yapmalıydım. Zihnimde çığlık atan Mezbek'i duyabiliyordum: Oradan hemen uzaklaşmalısın, diyordu bana, ikinizi de tehlikeye atıyorsun.

Fakat gidemedim. Çiçeklerle biraz daha kalmak istediğimden mi? Ya da onların da beni sevdiğini söylemesinden dolayı mı? Şapkamı almak istediğim için mi? Yenisine kolayca ulaşabileceğimi pekâlâ hepimiz biliyorduk.

Sesindeki tonlamadan sebep mi? Neydi o? Bana doğru ulaşan tınısında bir şey gitmemi engellemişti. Neydi o? Sessizdi. Sakin. Yaşayacağını yaşamış gibi, her şeyi görmüş gibi, bilgelerin en bilgesi, hayattaki tüm acıları tatmış gibi; bıkkınlık dolu bir sesti ama yine de samimiydi.

Çoktan ölmüş gibi ama hala hayat dolu bir ses.

Yaklaştığını duyabiliyordum. Olduğum yerden bir santim bile kıpırdamamış, sadece gözlerimi açarak tam önümde, çiçeklerin üzerinde tutmuştum.

"Burada," dedi birkaç adım ötemde durarak. Başımı kaldırmadım ama olduğu tarafa doğru çevirdim. Yüzümü görmesini istemiyordum ki bu karanlıkta pek mümkün de değildi. "Aslında burada olmamam gerek. İhtiyar görse çok kızar, yabancısın sonuçta ve etrafta bir katil olabilir." Demek o çığlık gerçekten de yardıma ihtiyacı olan birine aitti. "Gerçi, katil değilsen senin de burada olmaman gerekiyor. Neden evinde değilsin?"

Boğazımda toprak kırıntıları vardı, belki de solucanlar. Sesim kulağa nasıl gelecekti? Benden korkacak mıydı? Boğazımı temizledim ve fısıltıyla "Sorun yok," dedim. "Eve dönüyorum." Ayağa kalkıp şapkaya uzanırken başım öne eğikti.

"Bir daha gelebilirsin," dedi. "Çiçeklerle vakit geçirmek istersen yani. Seni rahatsız etmem." Şapkayı bıraktı ve gitmeme izin verdi.

"Sana eşlik etmemi ister misin?"

"Hayır, teşekkürler," dedim. Hâlihazırda ölüyken bir katilden korkmuyorum diyemedim. Arkama bakmadım, çitlerin üstünden atlarken kapı olduğunu mırıldandığını duymadım. Koşmadım ama adımlarım yakındı. Ormana daldığımda Alaca'nın yanına gittim önce, gövdesine dokunup duraksamadan ilerledim. Toprağıma dönmek istiyordum. Yaşayan birisiyle etkileşime geçmeyeli ne kadar olmuştu? En son ne zaman birisi benimle konuşmuştu? Ne zaman, sanki bu dünyanın bir parçasıymışım gibi hissetmiştim?

Tehlikeliydi.

"Vakit gelecek," dedi tanıdık ses. Adımlarım birbirine takıldı, düşmedim ama tökezledim. Porsuk ötede, ağaçların çok, çok arkasında duruyordu. Neredeyse görülmeyecek kadar gövdelerin arasında kalmıştı. Yine de karanlığa karışmış siyahlara bürülü bedeninde açıkta kalan bembeyaz gözleri orada olduklarını açıkta ortaya seriyordu. "Senin için de geleceğiz."

Bu sefer koştum. Porsuk'a bir daha bakmadan koştum. Evime dönmek, toprağıma girmek, solucanlarım ve Bonto'mun kökleri arasında yatmak, yatmak, sonsuza dek yatmak istiyordum. Ben oraya aittim, dünyaya değil.

Fakat açıklığa geldiğimde sadece kırılmış mezar taşları ve ölü ağaçlar vardı. 

 

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
güne batanlar | tamamlandıWhere stories live. Discover now