20. Bölüm -KARANLIK VE IŞIK-

1K 166 118
                                    

Ölüm Meleği fırtınanın içinden bir şekilde sağ çıktı. Kollarımı yanımdaki direğe Aria gibi dolamıştım ve hiçbir kuvvet beni buradan ayıramayacak gibiydi. Sular durgundu, hava buz gibiydi ama deniz ve gök yine yer değiştirmişti, bu kez normaldi. Fakat az önceki sarsıntıyı atlatamadığım için hala direkten ayrılamıyordum.

Gözlerimi sımsıkı yummuş, fırtınanın geçmesini dilemekten başka hiçbir şey yapamamıştım. İçeri girerken saati göremeden boğularak öleceğimizi düşünmüştüm, bir an yana yatan gemi bana kabusumu doğrulatacak gibi hissettirmişti ama akıntı büyülü bir şekilde yön değiştirdiğinde gemi de yön değiştirmiş ve bizi girdap gibi görünen merkezin tam ortasına sürüklemişti. Bir yerden sonra yanımdakilerin konuştuğunu bile duyamayacağım kadar gürültülü bir ortamda kendimi bulmuştum ve aniden bütün rüzgar kesilmişti.

Konseyin dediği gibi, direğe yapıştığım sıralarda hava eksilere düşmüştü ama içeri yaklaştıkça tekrar ısınmaya başlamıştı.

Mürettebat sessizliğe gömüldü ve herkes geminin uçlarına çekiliyormuş gibi yürümeye başladı. Aria'yla birbirine kenetlediğimiz parmaklarımızı yavaşça açarken Travis kolumdaki elini çekti. Suratını göreyim diye ona doğru başımı kaldırdım ama ilk defa gözlerime dönmedi, durgun suları izliyordu.

Beni bırakıp hiçbir şey demeden o tarafa doğru ilerlediğinde kendimi boşlukta ve tıpkı karanlığın içindeki gibi ölüm sessizliğinde hissettim. Nefes sesleri bile çıkmıyor, herkes dümdüz ve ağır ağır ilerleyen geminin yolunu izliyordu.

Travis'in ve diğerlerinin yanına doğru yürümeye başladığımda neye baktıklarını gördüm ve nutkum tutulmuş gibi kaldım. Üstünde ilerlediğimiz su, sanki siyaha boyanmış kadar koyuydu, lacivertin en sert halindeydi. Gökyüzü, okyanusa rengini vermiş gibi duruyordu. Ucu bucağı görünmeyen ve inanılmaz berrak olan bu su sonsuzluğa gidiyor gibiydi ve buradan baktığımızda merkezin çevresini saran fırtınayı göremiyorduk. Okyanus, ipek gibi görünüyordu.

Tepem bulutlarla kaplıydı, gri ve yine mavinin koyu tonlarındaydılar, doğal durmuyorlardı. Bulutların içinden aşağı düşmek isteyen güneş ışıkları belli oluyordu ama hissettirdiği akşam yedi saatlerinde olduğumuzdu. Neredeyse karanlık çökecekti ama sabah saatlerinde olmalıydık.

Kaptanın ve Travis'in arasına girdiğinde gözlerim kocaman açıldı, herkes gibi gittiğimiz yere bakıyordum. Dalga bile oluşmayan suyun içinden tepeye doğru uzanan onlarca siyah kaya parçası çıkıyordu. Buz saçaklarını andırıyorlardı, sadece çok büyüktüler. Gemi ise tam olarak üstlerine gidiyordu ve suyun içine kamufle olan bir kaya, hepimizin sonu olurdu.

"Dümene geç." dedi kaptan fısıldıyor gibi. Hayretle geldiğimiz yeri inceliyordu. Kimse kıpırdamadığı ve dümen boş olduğu için kaptan arkasını dönüp dümenciye baktı ve hırlar gibi bir ses çıkardı. Hala kayaları izleyen adam ayakkabıları ayağından çıkacak bir hızla koştu ve dümeni kırdı. Yavaşça yön değiştirdik ama tehlike görülemediği için her zaman olacaktı.

Eski tip gemi, ancak bu kadar kontrollü yönetilebilirdi.

Travis'in elini tuttum ama gözünü tek bir yere sabitlemiş gibiydi. "Orada." dedi ileriyi işaret ederek. "Oraya gitmemiz gerekiyor." Bir sürü, dip dibe girmiş mızrak gibi kayaların arasından en kalın olanını gösterdi. Neredeyse ortadaydı ve arkasında ise mağarayı andıran bir taş duruyordu. Rüyasında gördüğü bu olmalıydı ama bu kadar uzaktan kutuyu görmek mümkün değildi.

"Oraya gidebileceğimi sanıyorsan yanılıyorsun." dedi kaptan sakin bir sesle. "Gemiyi içeri soktuğum an paramparça olacak. Ancak ve ancak kayıkla gidebilirsiniz."

"Ne kadar yaklaşabilirsin?" diye sordu Travis.

Silas da yanlarına geçti ve birlikte tartışmaya başladılar. Silas eliyle işaret etmeye çalıştığında kaptan kesinlikle hayır diyormuş gibi başını sallamaya başladı. Travis, yaklaşabildiği kadar yaklaşmak istiyordu, Silas sınırları zorluyordu ve kaptana kalsa gemiyi şimdi durduracaktı.

Başlangıçحيث تعيش القصص. اكتشف الآن