2.5

912 96 81
                                    

"minnie!" chan'in sesini duydum. "boş musun? seninle konuşacaktım." okul çıkışı jiseo'ya sözüm vardı ama chan'i kırmak da istemiyordum. "jiseo'yla buluşacaktım, ji, lix, jeong ve hyun da gelecek. istersen sen de gel." yüzü düştü. "olur, gelirim. 2 haftada çabuk samimiyet kurmuş gibisiniz." başımı salladım. jiseo çekingen olduğu kadar ortama kolay adapte olabilen birisiydi.

"joonwoo'dan nefret ediyor, arkadaş olmak için harika bir başlangıç." güldü. birlikte yürüyorduk ama aramız bir garipti. "bence onları ekebiliriz." dedim, güldü. "başka bir zaman da konuşabiliriz seung." omzumu silktim. "seninle konuşmak istiyorum." gözleri parlıyordu. "önce onların yanına gidelim. sonra da birlikte başka yere, uyar mı? arkadaşlarını ekmen hoş olmaz." saçlarını karıştırdım. "bayılıyorum böyle düşünceli olmana channie." gözlerini kaçırdı.

"nereye gidiyoruz?" konuyu kapatmaya çalışıyordu. "keşke hakkında sonsuza kadar konusmama izin versen ve brown cafe'ye gidiyoruz yine channie." derin bir nefes aldı. "iyi misin?" başını salladı.

ne hakkında konuşacağını az çok tahmin edebiliyordum ama ne diyeceği konusunda... bunu bilmek zordu ve bu beni korkutmuyor değildi. çünkü onunla olmak istiyordum. sadece onunla olmak ve onunlayken her şeyi unutmak.

chan bana çok iyi geliyordu.

"sıra arkadaşını beğendin mi?" dedi kendisine ithafen,
güldüm. "en iyi sıra arkadaşı." gülümsedi. "joonwoo'dan koruması bile yetiyor." başını salladı olumsuz anlamda. "kendini koruyabilirsin seungmin bunu biliyorum."

"korurum elbette ama bana değer veren bir destekçim olması iyi hissettiriyor." derin bir nefes aldı, belli belirsiz gülümsedi. bir süre konuşmadan yürüdükten sonra "geldik." dedim heyecanla. başını yerden kaldırıp baktı chan. "burası brown değil." güldüm. "tabi ki değil şapşal channie, sen konuşmak isterken neden bizimkilerin yanına gidelim?"

"seung gerçekten ayıp olur." elini tutup içeri götürdüm. "olmaz channie, mesaj atıp haber verdim bile." boş bir masaya oturduk. "biz konuşalım ona göre gideriz yanlarına." başını salladı. neden bu kadar durgundu?

düşünmek istemiyordum. beni, bizi reddettiği bir ihtimali düşünmek istemiyordum.

"ben acıkmışım ya." guruldayan karnıma elimi koydum. "sen de aç mısın?" önündeki menüye boş gözlerle bakıyordu. "çok aç değilim." yutkundu. beni her konuda deli ediyordu bu çocuk. "ne yiyelim channie?" menünün sayfalarını çevirdi. "filtre kahve alacağım." önündeki menüyü çektim, kenara koydum. "aç karnınla acı kahve mi içeceksin chan? hayır olmaz yemek yiyeceğiz." elini yüzüne koydu ve beni izledi.

yine parlıyordu gözleri.

diğer eli, elimin üzerindeydi ve hafifçe okşuyordu. "seni beklediğim zamanlar için hiç üzgün değilim. bana böyle güzel geleceğini hiç bilmiyordum." aniden bunu demesini beklemiyordum, gözlerimi kaçırdım. "şunu yiyelim mi?" bir süre öylece baktı ve kafasını salladı. "dalmışım." dedi ellerimize bakarak. "rahatsız olmadım." gülümsedi.

kalbim hızlanmaya başladığından menüyü hızlıca kapatıp siparişlerimiz için garsona seslendik. siparişleri verdikten sonra tekrar sessizlik kaldı ortaya.

"ne hakkında konuşacağımı tahmin etmişsindir." gözlerine baktım. bir haftadan fazla bir süredir bunun için bekliyordum diyemedim. oturduğumuz masaya garsonun yaklaştığını fark edince konuşmasına devam etmedi. "yedikten sonra konuşalım." sürekli erteliyordu,

vereceği cevap ikimizin de kalbini mi kıracaktı?

birbirimizin kalbini birleştirip kendimizi mutlu etmek varken neden diğer ihtimallerle uğraşıyorduk ki? neden sürekli "yoksa"yı düşünüp kendimizi boğuyorduk ki?

i know i hate u ||seungchan [✓]Where stories live. Discover now