[2.9]

257 18 0
                                    

En küçük kaosa bile tahammül edemediğiniz anlar olur.

Kulaklığa ihtiyacınız olduğunda onun birbirine dolanmış olması, yorgun bir günün ardından girdiğiniz duşta saçlarınızın taranamayacak kadar karışmış olması, bir yere gitmeniz gerekirken boynunuza takacağınız kolyenin diğer kolyelerle düğüm olması gibi.

Evimin önünde elimi attığım çantamda anahtar arıyordum. Neden çanta taşıdığım konusunda kendime o kadar küfretmiştim ki tekrarının olacağını sanmıyordum. Muhtemelen bir daha okula çantayla gitmeyecektim. Her zaman olduğu gibi ihtiyacım olan şeyleri bir yerlere sıkıştırabilirdim sanırım.

Anahtarı bulduğumda ve kapıda kilidi döndürdüğümde usul usul kulağıma dolan bir uğultu vardı. Bunun sebebinin apartmanın diğer dairelerinden geldiğini düşünüp önemsememiştim çünkü bu evde gürültü olmazdı. Evde büyük gürültüler ancak biz kavga ettiğimizde ortaya çıkardı ki o da çok nadir gerçekleşen bir şeydi çünkü birbirimizi görmezdik. Ben eve geldiğimde annem ya direkt evde olmazdı ya da çoktan sızmış olurdu. Şişeleriyle birlikte, şişelerinin içinde.

Bu yüzden kapıyı araladığımda ve onu bağırırken duyduğumda kısa bir an şaşırdım. Aklıma gelen ilk ihtimal telefonla konuştuğu yönünde oldu. Ancak koridoru geçtiğimde ve salonun açık kapısının önünde durduğumda gördüğüm görüntü öyle olmadığını bana gösterdi. Alışık olmadığım bir manzarada eğrelti duran o adam, Alpaslan Kara, buradaydı.

"Hayır," diye sayıkladı bir kere daha annem. "Onu götürmene izin veremem. Hayır Alpaslan."

Karşısında yeşilin en koyu tonlarından birinden üzerinde onlarca rozet bulunan üniformalı adama bomboş gözlerle baktım. Anlaşılan görevden dönmüştü. Ve soluğu yine burada, benim ensemde almıştı.

Tam da bu an beni hissetmiş gibi omzundan geriye döndü. Gözleri beni oraya kendisi bırakmış gibi hiç çaba göstermeden gözlerime saplandı ve sert çehresinden akan ciddiyete bakmama sebep oldu. Saniyelerce onun aksine bomboş gözlerle o kurşun geçirmez çehresine baktım.

Ancak onun beni gördüğü yoktu.

"Topla eşyalarını. Benimle geliyorsun."

Yüzümde mimik oynamadı. Önüme dönüp odama geçmeden önce sanki bunu yapmayacağımı biliyor gibi tekrar etti cümlesini. Ve ekledi. "Şeyda, ben ciddiyim."

"Umrumda değil," dedim benimle aynı renk olan gözlerine bakarken. "Gelmiyorum. Git istediğin yere."

Kaşları çatıldı. Çocukken bunun onu ne kadar korkunç gösterdiğini düşünürdüm sık sık. Çünkü üniformalı bir askerin ciddi yüzü bile oldukça gergin hissettirirdi sizi. Kaldı ki o asker ciddi yüzünü dağıtıp kaşlarını hafif bir eğimle çattığında bir şeylerin iyiye gitmediğini anlardınız.

Yıllarca onunla yaşamanın bana kattığı bu dersle odama gitmekten vazgeçerek ona sırtımı döndüm. Ben kapıya doğru yürürken işittim o sert adımları. Hemen arkamdan beni takip ederken durmadım. Kapıyı açtığımda ve çıkmadan önce ona dönüp baktığımda artık benim de kaşlarım çatılmıştı. Şimdi karşısında gördüğü yüz ona birebir benzeyen ve aynada aksine bakıyormuş gibi hissettiren o yüzdü. Kemikli ve sert çehresinin izdüşümüydü adeta yüzüm.

"Seninle hiçbir yere gelmem," dedim kısık ama tok bir sesle. Gözlerim gözlerine saplanmış ve o tam karşımda benim aksime iri cüssesiyle bana bakarken. Aramızdaki bu boy farkının eskiden bana güvende hissettirdiği gerçeği genzimi yakarken mimiklerimde bir gram bile değişme olmadan ona bakmaya devam ettim. "O eve, hiç gelmem."

Bekler miydin? •texting•Where stories live. Discover now