8.bölüm

20 3 0
                                    

İki dedektifin binadan çıkıp aşağıdaki sokakta duraksadıklarını stüdyo penceremden görebiliyorum. Yukarı bakıyorlar ve içimden bir ses geri çekilmemi söylese de, onların görebileceği yerde duruyorum ısrarla, kendilerini seyretmemi seyrettiklerini bilerek. Düşmanlardan da, dostlardan da gizlenmeyi reddettiğimden, camın ardından onlarla yüzleşiyorum, kadına bakıyorum. Kadının verdiği kartvizitte DEDEKTİF JANE RIZZOLI yazıyor. Sorun çıkarmayacak birine benziyordu ilk bakışta, gri pantolonlu takım elbise ve topuksuz ayakkabı giymiş sıradan bir kadındı o kadar, siyah kıvırcık saçı dağınıktı. Ama gözleri çok daha fazlasını söylüyor. Araştırıyor, gözlemliyor ve değerlendiriyor. Onda avcı gözleri var ve benim, avı olup olmadığıma karar vermeye çalışıyor.

Açıkta, o kadının ve dünyanın geri kalanının beni görebileceği yerde korkusuzca duruyorum. Beni istedikleri kadar inceleyebilirler, ama gördükleri tek şey sessiz sakin ve gösterişsiz bir kadın; yaşım ilerledikçe saçıma ilk aklar düştü. Yaşlılığıma kesinlikle seneler var hâlâ, ama bugün amansızca yaklaştığını hissediyorum yaşlılığın. Başladığım şeyi bitirmek için zamanımın azaldığını hissediyorum. Ve bu iki dedektifin ziyareti yolculuğumdaki beklenmedik, rahatsız edici bir gelişme oldu.

Sokaktaki iki dedektif nihayet uzaklaşıyorlar. Avlarına geri dönüyorlar, kim bilir nereye gidecekler?

"Sifu, bir sorun mu var?"
"Bilmiyorum." Dönüp Bella'ya bakıyorum, pencereden giren parlak ışıkta bile pürüzsüz ve genç görünen cildine şaşırıyorum. Tek kusuru çenesindeki yara izi, bir kılıç egzersizindeki bir anlık dikkatsizliğinin sonucu. O hatayı bir daha yapmadı. Dimdik, korkusuzca ve özgüvenle duruyor. Belki de fazla özgüvenli. Savaş meydanında kendini beğenmişlik ölümcül olabilir.

"Buraya neden gelmişler?" diye soruyor.

"Onlar dedektif. İşleri soru sormak."

"O kadın hakkında başka şeyler öğrendin mi? Kim olduğunu, onu kimin gönderdiğini?"

"Hayır." Tekrar pencereden bakıyorum, Harrison Caddesi'nden gelip geçenlere. "Ama her kim idiyse, beni nerede bulacağını biliyordu."

"Başkaları da gelecek" diyor Bella karamsar bir tavırla.

Beni uyarmasına gerek yok, kibritin çakıldığını, fitilin ateşlendiğini ikimiz de biliyoruz.

Ofisimde koltuğuma gömülüyorum ve masamda duran çerçeveli fotoğrafa bakıyorum. Bu fotoğrafa bakmama bile gerek yok, o görüntü hafızama kazınmış durumda. Elime aldığım fotoğraftaki yüzlere gülümsüyorum. Fotoğrafın ne zaman çekildiğini tamı tamına hatırlıyorum, çünkü kızımın doğum günüydü. Anneler birçok şeyi unutabilirler, ama çocuklarımızın doğduğu günü hep hatırlarız. Fotoğraftaki Laura on dört yaşında. Boston Senfoni Salonu'nun önünde birlikte duruyoruz; Joshua Bell konserine gitmiştik. O konserden önce Laura bir ay boyunca Joshua Bell'den bahsedip durmuştu. Yakışıklı, değil mi anne? Kemanını resmen konuşturuyor, değil mi? Fotoğraftaki Laura, idolünün performansını izlemiş olmanın heyecanını yaşıyor hâlâ. O akşam kocam James yanımızdaydı, ama fotoğrafta yok; fotoğraflarımızın hiçbirinde yok, çünkü fotoğrafları hep o çekerdi. Keşke makineyi elinden alıp da o tatlı, baykuşu andıran yüzünün fotoğrafını çekmek bir kez olsun aklıma gelseydi. Ama o çok değerli fırsatı ansızın yitireceğim hiç aklıma gelmedi. Onun gülümseyişinin ancak belleğimde kalacağım, otuz yedi yaşındaki görüntüsüyle donup kalacağını hiç düşünmedim. O, genç kocam olarak kalacak ebediyen. Çerçevenin üstüne bir gözyaşı damlıyor ve fotoğrafı masaya geri koyuyorum.

Artık ikisi de gitti. Önce kızım, sonra da kocam elimden alındı. Yüreği bir kez değil, iki kez sökülen bir insan yaşamayı nasıl sürdürebilir? Ama hala buradayım, hâlâ yaşıyorum, hâlâ nefes alıyorum.

Şimdilik.

SESSİZ KIZWhere stories live. Discover now