-bu bölüm geçmiş zamanda geçiyor-
tanrısal bakış açısı
Ah o güzel, beyaz, tatlı şekerler. Bana verdiği hisleri hiçbir şeye değişemem sanırsam. Onları içtiğim, buharını soluduğum vakit tüm bedenim ilk olarak titriyor ve beynimde şimşekler çakıyor. Zaman çok geçmeden tüm vücudum titriyor ve hissizleşerek bana tüm acılarımı unutuyor. Tek kötü yanı her seferinde biraz daha fazlasını arzuluyor olmam, kendimi tek avutma yönüm tatlı olmaları. Her şeker tatlıdır, mutluluk verir ve her seferinde biraz daha fazla gerekir. İlk Changbin tattırmıştı bu şekerleri, ona katıldığımda aramıza Chris eklendi ve üçümüz bu şekerleri alıp tüketmeye başladık. Hızla kilo kaybedip daha çok arzular olmamız dışında sorun yok gibiydi. Arada başımız belaya giriyordu ancak bu işte fazla para olduğu su götürmez bir gerçekti. Aylarca çalıştığım yerden gelen toplam kazanç bu şekerler sayesinde tek günde gelmişti, para oldukça tatlı bir şeydi. Bir süre sonra bu şekerler yüzünden oldukça geniş bir çevremiz olmuştu ve tehlikeye oldukça yatkın bir hayat etrafımızda şekillenmişti. Babam bu konuda katı biriydi, beni tüm kötülükler gibi bundan da uzak tutmak isterdi. Birkaç defa çevresi vasıtasıyla denediğni anlatmıştı, tek arkadaşım babamdı o zamanlar. Babamın mezarından gelirken üstüme büyük bir yük vardı, ona ihanet etmiş gibi hissediyordum fazlasıyla. Saatlerce mezarının başında dikilip neler olduğunu anlatmış ve gözyaşlarımı tutamamıştım. Gece geç bir saate gelirken aklıma gelen ilk şey Changbin'in yanına gitmek olmuştu. Evine vardığımda kapıyı geç açmıştı ve açtığında oldukça dağınık bir şekilde beni karşılamıştı. Ellerimi yüzüme götürüp ovuşturarak içeri adımladım. Masa dağılmış ve üzerinde bir kart duruyordu. Toz kullandığını anlayıp pek önemsememiştim. Koltuğa oturduğumda fazlasıyla sıcak olduğunu hissettim, muhtemelen tozun etkisiyle uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken bu koltukta yatmıştı. Etrafı incelemeye devam ederken siyah bir poşet içinde çöpler, beyaz tozun bulunduğu ufak çıtçıtlı poşet ve alkol şişesi dikkatimi çekmişti. Dayanıklı olduğunu söylese bile değildi. Derin bir nefes alıp tozun olduğu poşete uzandım. Masanın üzerine bir kısmını döküp kart yardımıyla düz bir şerit şekli verdim. Bir burun deliğimin üstüne parmağım ile bastırarak o delikten hava gelmesini engelledim. Tozun üstüne doğru eğilip çizginin başından itibaren açık bıraktığım burun deliğimle tüm tozu içime çektim. Geri çekildiğimle başımı iki yana sertçe sallayarak şişeyi kaptım ve derin çıkan sesimle "Oğlum bunu kimden buldun? Harbi ağır malmış..." dedim. Şişeyi dudaklarımı götürürken sadece önüme bakıyordum. Kıkırtı sesini işittiğimde ona döndüm, ağzıyla bir şeyler geveledi ve ayağa kalkıp masanın altında olduğu için görmediğim poşetin içinden ufak bir şişe çıkardı. Açmakta zorlandığı için elinden alıp açtım ve dudaklarıma götürerek tadına baktım. Bir yudumun ardından yüzümü ekşiterek "Kolonya içsen daha iyi." dedim. Anlayabilmem için kendini zorlayarak "Seyreltilerek içiliyormuş, ilk defa deneyeceğim." dediğinde onu başımla onayladım. Kafam yerinde miydi emin değildim. Etraf dönüyor ve kimi zaman yakınlaşıp uzaklaşıyordu. Soluduğum her nefeste biraz kan kokusu alıyordum. Dilim uyuşuyor olsa bile parmak uçlarımla tüm evreni taşıyabilir gibi hissediyordum. Fazlasıyla salya ürettiğim için sık sık yutkunuyor ve alkolle karışmasına karşı koyamıyordum. Bir anda sıcak basması da cabasıydı. Zar zor ayaklanıp balkon kapısına doğru yürümeye çalıştım. Birkaç saniyelik yol asırlar geçmiş gibi hissettiriyordu, kapıyı açtığımda avazım çıktığı kadar bağırarak "Sikerler böyle düzeni, topunuz iki yüzlü orospu çocuklarından fazlası değilsiniz!" diye bağırdığımda yalpalayarak Changbin'e doğru adımladım. Onun ellerini tutarak zorla ayağa kaldırdım ve masanın altındaki poşeti alıp Changbin'in eline tutuşturduktan sonra masanın üzerindeki şişeyi alarak kapıya adımladım. Ayakkabılarımı giyip bir süre bağcıklarla bakıştım. Ne işe yaradıklarına dair bir fikrim olmadığından ayakkabının içine sıkıştırıp aynısını Changbin'e de yaptıktan sonra merdivenlere adımladım. Eski ve fakir semtinde bulunan ucuz apartmanın rutubetli kokusu daha da dayanılmaz geliyordu. Paslı merdiven demirleri, soyulmuş ve itici bir yeşile sahip olan duvar boyaları, alakasız bir deseni olan karolarla beraber garip bir aurası vardı. Fazlasıyla ses çıkartarak aşağıya inmeye çalışıyorduk ancak kimse umursamıyordu. Tek gecelik konaklama adına bulunan ya da bizden farkı olmayan insanlarla doluydu bu apartman. Bize insan demek diğerlerine hakaret olur tahminimce. Onlardan fazla okuyor ya da ağır yaşıyor olmamız bizi insan kılmıyordu. Haşereler gibiydik. Onlar bir okusa bin sayılır, biz bin okusak hiç sayılırdı. Bana kimseden miras kalmayan bu yaşantı değişir mi bilmiyorum ancak bu yanımdaki haşereyi fazlasıyla seviyorum. Sokağa çıktığımızda bir süre etrafa bakındık ve yalpalayarak tek bir bedenmişiz gibi yapışık bir şekilde rüzgarın estiği yönün tersine adımladık. Bir yerimiz yoktu bu yüzden nereye gittiğimiz bir şey ifade etmiyordu. Bir kenarda ölsek bile kimse umursamazdı.