Ben buraya gelmiştim? - 36. Bölüm

6.2K 425 115
                                    

12 YIL SONRA

Ezgi birden sıçrayarak uykusundan uyandı. Sanki biri onu uyandırmak ister gibi boynundan yumuşak ve baştan çıkaran bir şekilde öpmüştü. İlk önce uyku mahmurluğuyla gözlerini kırpıştırdı. Bilmediği odanın yüksek pencerelerini ve pencerelerini kapatan ince tül perdelerini fark etti. Sonra kendi çıplak bedenini, kendi bedenine çeken iki güçlü kolla ve sıcacık bir bedenle kuşatıldı. Altuğ Ezgi'nin ensesine burnunu sürtüp uykusunda bir şeyler mırıldandıktan sonra çıplak memesini avuçlamıştı. Ama uyanmamış ve uykusuna devam etmişti. Şimdi Ezgi, poposuna dayanan yaramaz Altuğ'un son derece farkındaydı. Bir tanesi çok hızlı ve çılgın, diğeri delirtecek kadar yavaş ve romantik iki seksten sonra, Altuğ'un hala bu kadar aç olmasına şaşırdı ve kendi kendine mayışık bir şekilde gülümsedi. Sevişmeleriyle birlikte tenine karışmış olan onun tenin tuzunu, üzerinden taşan Altuğ'un kendine özgü erkek kokusunu içine çekti. 'Neden şaşırıyorsam ben de! Sabahın bu kör vakti, herkesin poposundaki pireler bile uyuyorken, bir tek uyumayanın benim popomdaki küçük Altuğ olacağını düşünememem benim gafletim... Ah çocuk! Uykunda bile libidon son hızla çalışmaya devam ediyor senin, değil mi?' diye düşündü.

İçtiği bir sürü şaraptan ve yaptığı iki deli seksten sonra dilinin damağına yapıştığını hisseden Ezgi, onu özlediği kokusuyla-bunu itiraf etmek istemese de bu bir gerçekti-sarmalamış bir ilah kadar seksi adamın kollarından sıyrılmak için bir hamle yaptı. Ancak Altuğ'un içten kaloriferli gibi yanan vücudundan kurtulabilmesi kolay olmadı. Birkaç kültür fizik hareketinden sonra kendini yataktan dışarı ancak çıkarabildi ve sağa sola bakındı. Üstüne geçirebilecek herhangi bir şeyler ararken, yere kaymış ince pikeyi gördü. Pikeyi alıp kendi çıplak bedenine sardı. Aşağı kata inerken nedense, birilerini rahatsız etmekten çekinirmiş gibi parmaklarının üzerine bastı. Şöminenin sönmeye yüz tutmuş korlarının alevlerinin aydınlattığı loş ışıklı mutfağa geçip kendine dolaptan aldığı bir bardağı suyla doldurdu. Kana kana içti. Sonra gözleri dışarıdaki siyahın çok hafif laciverte kaydığını fark etti. Yeni doğan gün... Bu gün yeni bir şekilde söküyordu, kendisinin hiç aklından bile geçirmediği farklı, acayip ve yeni bir yöne kayarak... Daha bir hafta evvel Ozan'la evleneceğini düşünürken, şimdi... Altuğ'un çıplak koynundan çıkıp, yeni doğan günün kendisine sunduğu ilk işaretleri seyrediyordu. İşaretleri görüyor ama kendisine ne söylediğini anlamlandıramıyordu. Yarını bilmiyordu. Henüz yarın olmamıştı. Dünü geçmişte kalmıştı. Dün yanında Ozan vardı. Elinde sadece şimdi vardı. Şimdisinde Altuğ'la sevişmişti. Hem de dünya yansa fark etmeyecek derecede kendinden geçerek... Ve elinde şimdiden başka hiçbir şey olamayan bir kadındı... Öyle muğlak, zamansız ve ara bir vakitteydi. Bir zaman boşluğunda gibi... Acayip bir zamansızlıktaydı. Bilinmeyen bir yirmi beşinci saat, dört yılda ancak gelen bir 29 Şubat... Tek söyleyebileceği, biraz sonra geçmiş olacak bir şimdideydi. Saliselerin ivedilikle rakamlarını ileri doğru saydığı bir dizgenin içinde yuvarlanır gibiydi... Bir paradokstu... Kesinliği yoktu. Ne ak ne kara... Ne karanlık ne aydınlık... Sadece alacakaranlık... Şu an hayatında sadece belirsiz bir alacakaranlık vardı.

Daldığı alacakaranlığın belirsiz ışığından gözlerini kırpıştırarak sıyrılmak isterken, kafasını hafifçe kendine gelmek için sallayınca başı döndü. İçtiği suyun, şarabın verdiğinden daha fazla bir sarhoşluk verdiğine kanaat getirince hızla yukarı çıkarak, kendini Altuğ'un emniyetli kollarına atmak istediğini idrak etti. Düşünemediği, düşünmek istemediği gerçekliklerden korunduğu ya da doğruyu düşündüğü tek yer onun kollarıydı. Bu üçünden biriydi ama hangisiydi? Onu bu anda düşünemedi. Kafası çok karışıktı. Ne yapacağını tam olarak bilemiyordu. Bir yandan kıyafetlerini son sürat giyinip arkasına bile bakmadan kaçmak istiyor diğer yandan da Altuğ'u uyandırıp kendisiyle sevişmesini söylemeyi düşünüyordu. Tam merdivenlerden yukarı çıkacakken sehpanın üzerinde cep telefonunu gördü. Eline cep telefonunu aldığı gibi yine parmaklarının ucuna basarak yukarı çıktı. Cep telefonunu eline neden aldığını bilmiyordu ya da biliyordu, ama bunu kendisine itiraf edecek veya telefonun ekranına bakacak kadar güçlü olduğunu sanmıyordu. Ama yine de dürtülerine engel olamayıp cep telefonunu elinden de bırakamıyordu. Bu düşünceler içinde ayakları onu Altuğ'un yanına götürmeyip yandaki odaya doğru sürüklemişti.

BİTMEYEN AŞK ESKİZLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin