"Benim yaşamım var olmak ile yaşamak arasındaki ince bir çizgide yürüyüş yapmak gibi."
Kahvaltı masası, sabah güneşiyle aydınlanmıştı. Annemin mutlu gülüşü, babamın gazete okurken kafasını kaldırıp bizlere göz kırpması ve Nehir'in tatlı şakaları, evdeki huzuru hissettiriyordu. Masadaki ekmeklerin taze kokusu, peynir ve zeytinlerin renkleri, sabahın neşesini yansıtıyordu.
Nehir, genellikle sessiz ama neşeliydi. Şakalar yaparken bile kendisine dokunulmasından hoşlanmadığı için, annem omzuna nazikçe dokunduğunda Nehir hafifçe uzaklaştı. Annem, Nehir'in rahatsızlık hissettiğini anlayarak geri çekildi. Nehir kimseye dokunmaz ve kendisine dokunulmasından da hiç hoşlanmazdı. Taktil hassasiyeti vardı. Bu yüzden yeterince sosyal değildi ama her zaman güler yüzlü ve neşeliydi. Bu konuda en çok üzüldüğüm nokta kardeşime yeterince sarılamıyor olmamdı.
Annem çayımı doldururken Nehire döndü "Bugün okulda sınavınız var, değil mi?" dedi. Nehir'in yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. " Evet anne ama güzel geçecek, hazırlıklıyız." Evet bu durumda güzel kardeşime biraz motivasyon konuşması yapmak bana düşüyordu. "Kopyalar hazır mı bakalım küçük ergen?" Bunu söylerken keyfim yerindeydi. Onunla uğraşmak çok iyi hissettiriyordu.
"Hadi ama Efsa, ben ergen değilim. Ayrıca benim gibi mükemmel bir kardeşe sahip olduğun için gurur duymalısın çünkü kopya çekmeyeceğim." Sinirlendiği her halinden belli oluyordu ve bu hali çok tatlıydı, benim için asla büyümeyecekti.
Tam da cevap vereceğim sırada babam gazeteyi katladı ve "Kahvaltıyı çabuk bitirin. Hava güzel, belki biraz erken yola çıkabilirsiniz," dedi. Kahvaltıdan sonra, Nehir ve ben okula gitmek için evden ayrıldık. Annem, kapının önünde bizi uğurlarken, babam gazeteye geri dönmüş, dalgın bir şekilde sayfaları çeviriyordu. Günün serin sabahı yüzüme vururken taksiye binip kampüse doğru yola çıktım.
Bugün tamamlamamız gereken bir proje vardı ve ekip olarak çalışıyorduk. Kampüse geldiğimde geç kaldığımı fark ettim. Azra bu sefer beni öldürse bile haklıydı. İnsan her yere de geç kalmaz be!
Her zaman geldiğimiz grup çalışma odasına girip kısa bir selamlaşmadan sonra proje çalışmamıza başladık. Yorucu ama bir o kadar da keyifliydi. Okulun bitmesine bu kadar az kalmışken her anımı keyifle geçirmek istiyordum.
Saatler hızla geçip giderken Azra, " Bir şeyler içmeye gidelim mi?" diye sordu. Çok yoğun bir gün geçirdiğimiz için günün yorgunluğunu atmak iyi gelecekti. Beraber kampüsün yakınındaki bir kafeye geçtik. Camın önünde, yağmur damlalarının oluşturduğu manzara eşliğinde kahve içtik ve daha sonra sahilde kısa bir yürüyüş yaptık. Saatler çoktan akşamı geçmişti. Her şeye rağmen güzel bir gün geçirmiştim. Bir süre daha dolaştık ve daha sonra da ayrılıp eve geçtim.
Eve döndüğümde içerideki sessizlik hemen dikkatimi çekti. Evin sıcaklığı, sabahki neşeli kahvaltıdan sonra birdenbire solmuş gibiydi. Ayakkabılarımı çıkartıp içeriye doğru adım attığımda, mutfak masasında annemin el yazısıyla yazılmış bir not gördüm. Notta anneannemin hastalandığı ve İstanbul'a gittikleri yazıyordu. Endişelendiğim için telefonu alıp babamı aradım ama açmadı. Annemi de aradığımda açmadı. Aklımı kötü düşünceler sarmaya başladı. Umarım anneannemin durumu iyidir diye dua etmeye başladım. İyi de neden not bırakmışlardı da telefonla arayıp bana haber vermediler ki.
Bir süre evin içinde dolaşıp durdum. Yarım saat geçmişti ve ben kimseye ulaşamıyordum. İçimdeki huzursuzluk, yerini gittikçe büyüyen bir endişeye bıraktı. Saatler geçti, dışarıda hava kararmış, evin içi sessizliğe bürünmüştü. Her zamankinden daha boş, daha soğuk hissediyordum.
Gece yarısına doğru oturduğum koltukta yavaşça gözlerim kapanmaya başladı. Tam da uyumak üzereyken salonun sessizliğini telefonumun aniden çalması bozdu. Oturdum yerden aceleyle kalkıp masadaki telefona baktım. Teyzemin adı ekranda belirdiğinde kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Anneannem için dualar ederek telefonu elime aldım. Lütfen anneanemin durumu iyi olsun. Lütfen iyi bir haber olsun.
Telefonu açtığımda teyzemin sesi titriyordu. İçimdeki korku gittikçe büyüyordu. "Efsa... Meleğim, Annenler buraya gelirken trafik kazası geçirmişler." dedi. Duyduklarım karşısında derin bir nefes aldım, ama bu nefesin beni sakinleştirecek bir gücü yoktu. "Ne demek kaza yaptılar, durumları iyi değil mi, hangi hastanedesiniz?" sesim fısıltılar halinde çıkarken bu kadarını söyleyebildim.
"Maalesef üçünü de kaybettik." teyzem, ağzından güçlükle çıkan bu sözlerden sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Elimdeki telefon bana yük olmaya başlamıştı. Hatta bedenim bile taşıyamayacağım kadar ağırlaşmıştı sanki.
Teyzemin titreyen sesi telefonun hoparlöründen yankılanarak odanın boşluğunda kayboluyordu. Daha fazla taşıyamadığım elimdeki telefon, parmaklarımın arasından kayıp yere düştü.Her şeyin üzerime çöktüğü, dünyanın bir anda alt üst olduğu o an, sessizlik beni bir kafes gibi sarıp sarmaladı. Kulaklarımda sadece teyzemin kelimeleri yankılanıyordu: "Maalesef üçünü de kaybettik." Zihnim, bu sözleri kabul etmeyi reddediyor, bedenim ise buna karşı koyacak gücü bulamıyordu.
Birden her şey karanlıklaştı. Zaman durmuş gibiydi, sanki etrafımdaki tüm dünya ağır çekimde hareket ediyordu. Birkaç saniye mi, yoksa birkaç dakika mı geçti bilmiyorum ama yerdeki telefona bakarken gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. İçimdeki acı, tarif edilemez bir hale geldi. Kalbim, bu acıyı taşıyamayacak kadar zayıftı. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissediyordum. Bir adım geri attım ama ayaklarım bedenimi taşıyamadı. Sanki vücudum bir anda tüm ağırlığını yitirdi, yere yığıldım.
Yere düşen damlaların yankısı, odanın sessizliğinde bir çığlık gibi yankılanıyordu. Başıma iğrenç bir ağrı girdi. Ellerimle başımı tuttum, gözlerim kararmaya başladı. İçimdeki fırtına, kalbimin her bir köşesini yokluyordu. Teyzemin sesi, hala telefonun ucunda yankılanırken, ben çaresizlik içinde yere kapandım. Nasıl yani ailem ölmüş müydü? Bir daha seslerini duyamayacak mıydım. Hayır bu çok saçma, şaka olmalı.
Bugün anneme son kez mi sarıldım ben?
Gözlerimi kapattığımda onların yüzleri canlanıyordu.Sanki bu bir kâbustu ve ben uyanıp her şeyin düzeleceğini, her şeyin eskisi gibi olacağını umuyordum.Sessizlik, beni içine çekti. Bu defa saatlerce sürmeyecekti, bu defa bir ömür sürecekti. Hissediyordum.
Hani tüm dünya başına yıkılmış gibi hissedersin ya, işte o an, nefes almak bile acı verirmiş insana.
Kendi kendime "Bu bir rüya olmalı," dedim. "Bir kâbus, sadece bir kâbus." Ama ne kadar tekrarlasam da, gerçekliğin ağırlığı beni tekrar yere çekiyordu. O an, bir daha asla mutlu olamayacağımı hissettim. Bir daha asla sabah güneşiyle aydınlanmış bir kahvaltı masasında, annemin gülüşünü, babamın göz kırpışını, Nehir'in tatlı şakalarını göremeyecektim. Hayatımda bir daha asla o sıcaklığı hissetmeyecektim.
Ve her şeye rağmen yaşıyor muyum? Yaşamak, sadece nefes almak ise evet yaşıyorum.
Başımdaki ağrı yerini bir boşluğa bıraktı. Nefes almam gittikçe güçleşiyordu. Kesik kesik aldığım nefeslerin arasında hıçkırıklarım yer tutuyordu. Gözlerim yavaşça kapanmaya başladı ve içimdeki boşluk, tüm dünyayı kapsayan bir karanlığa dönüştü; her şey sönüp gitti, geriye sadece acının sessiz yankısı kaldı.
Bu oda neden bu kadar soğuk? Üşüyorum.
***
Eveet ilk bölümü nasıl buldunuz?
Bundan sonraki bölümlerde olaylar daha yeni yeni başlayacak.
Eksik bulduğunuz yerler var ise söyleyin lütfen düzeltmeye çalışacağım. Eleştirilere açığım :))
Umarım beğenmişsinizdir. Sevgilerlee...')
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAKİL
Mystery / Thriller"acının gölgesinde saklı sırlar, gerçeğin ışığında ortaya çıkar." Bu platformda SAKİL adıyla yayımlanan ilk ve tek kitaptır, çalınma durumunda yasal yollara başvurulacaktır.