Bölüm 16- Ateşin ruhu, Küllerin nefesi-

6.6K 350 62
                                    

Merhabalar, uzun bir aradan sonra Yakamoz bizimle. İnanın bende özlemişim. Geç oldu, bunun için özür dilerim ancak yazamayınca yazamıyorum, pek de elimde olan nedenlerden dolayı değildi. Her neyse sizi çok bekletmek istemiyorum. Ancak şunu söylememe müsaade verin;

Çok güzel tepkiler geliyor, twitterdan, instagramdan vs. Çok mutlu oluyorum. Bu bölümün ithafı Tearsofsky a. Beni fazlasıyla mutlu etti kendileri. Twitterda #YakamozumOlurMusun tagi başlatmış, düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz, çok mutlu olurum.

Seviliyorsunuz, vote ve yorumu unutmayın lütfen. Keyifli okumalar!

Bu arada şunu eklemeliyim,bu benim için çok önemli; okuyacağınız şarkı, yani medyadaki,  Yakamoz'un asıl şarkısıdır. Birinci bölümde belirtmiştim. Eklemek istedim.

Geceler mi uzuyordu, gündüzler fazla mı kısalmıştı kestiremiyordum. Gecenin ağıtı ruhumda parçalanıyordu. Birkaç ay öncesine kadar bu saatlerde sadece annemin hasreti ve acısı bedenimde can buluyorken, şuan zihnimin her bir köşesini derin bir mavi kaplıyordu.

Onu orada nasıl o şekilde bırakıp gidebilmiştim? Bu nasıl bir nankörlüktü? Beni elimden tutup, incitmeden kaldıran adamı nasıl o şekilde zedeleyebilmiştim? Ben karanlıktan bu derecede korkarken, onu nasıl o karanlığa terk edebilmiştim?

Beynimin içindeki çetrefilli labirent yeniden kendisini göstermeye başlamıştı. Bu onsuzluğun en kenarda kalmış yan etkisiydi. Artık beni gördüğünde nasıl bir tepki verecekti, beni görecek miydi, bana tekrardan kulak verebilecek miydi? Bilmiyordum... Ama yaraladığım kadar yaralanacaktım, biliyordum.

Okyanus'un yanından ayrılınca kendimi daha fazla tutamamış ve ağlamaya başlamıştım. Bizimkilerin yanına vardığımda ise sadece Arel'e bakıp beni eve götürmesini istemiştim. Kimse tek laf dahi etmemişti. Çağan ve Mimoza zaten beni tanıyorlardı. Ne kadar zorlasalar da tek laf dahi etmeyecektim, bunun bilincinde olmaları üstüme gelmelerini engellemişti. Eve geldiğimde ise kendimi karanlığa bıraktım. Uzun zamandır karanlık ve sessizlikle hıçkırıklarım kavuşmuyordu. Sıcak kollar bayadır bunu engelliyordu. Artık yoktu. İçimdeki anlamlandıramadığım boşluk ise sanırım oydu.

Kafamı toparlayamıyordum. Masa lambamı yaktım ve en son Okyanus'un okuyup masama bıraktığı Atilla İlhan kitabını aldım. Sayfaları aheste aheste çeviriyordum. Beraber okuduğumuz şiirin sayfasına gelince duraksadım ve gözlerimi sayfada dolaştırdım. Sayfanın köşesinde küçük ancak harika bir yazıyla yazılmış ufak bir dize vardı.

"Hangi rüzgâr şarkı söyler, o ay tanrıçası teninde?"

Bu adam mükemmeldi. Bu adam mükemmelliğin şekil bulmuş haliydi. Kitabı elimden bıraktım ve yatağa geçtim. Telefonumdan demin küçük bir dizesini okuduğum şiiri açtım ve dinlemeye başladım.

Daha dün kokusunu içime çekerek uyuduğum adam şimdi yanımda yoktu. Bu benim tercihimdi. Bu, benim acizliğimdi... Yokluğunun bu kadar koyacağını biliyordum ama en sessiz yanımdan gideceğini bilmiyordum.

Okyanus Aslan'ın içimde yarattığı karmaşanın içinden çıkmak fazlasıyla zordu. O çetrefilli bir yalnızlığın en kuytu köşesinde bekliyordu. Onu bulmak... Zordu. Ona sahip olabilecekken ondan kaçmak ise en zoruydu. Bu kötünün de beteriydi. Bu hiçliğe atılmış en sessiz adımdı.

O her zaman yanımda olamazdı. Olmayacaktı. Ve ben bu bedenin bir terk ediliş hikâyesini daha kaldıramayacağından emindim. Ben onu onsuz bırakmazdım ama o beni benden alır, ruhumu ruhuna perçinler, siyahı griye boyar ve duman olurdu. O önce kendisini yakar, sonra ateşiyle beni kavururdu. O ateşin ruhuydu, ben küllerin nefesi.

YAKAMOZWhere stories live. Discover now