نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى ﴿١٣﴾
13; “Ey Muhammed! Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış bir kaç gençti. Onların hidâyetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. "
Evet peygamberim! Onların kıssalarını sana hak olarak anlatıyoruz. Hak olarak anlatırız. İşte yıllar önce gerçekleşmiş ve dilden dile dolaşan bir haberin iç yüzü. Kıssanın sahibi, kıssanın yönlendiricisi, olayın programlayıcısı ve yaratıcısı Allah. Yarattığı programladığı kıssayı yorumlayan ve haber veren de Rabbimiz. Olayı haber veriş sebebini de en iyi bilen şüphesiz yine Allah. Bu olay ve yorumla bize sunduğu mesaj istikâmetinde bizden de bir kulluk isteyen yine Allah.
Biz onların haberlerini hak açığa çıksın diye size haber veriyoruz, dinleyin öyleyse. Hak ile. Hak ortaya çıksın, hakikat anlaşılsın di-ye. Hak nedir? Hak; Allah’ın hayata karışıcı tek Rab ve İlâh oluşu gerçeği ile, benim kul olmam gerçeğidir. Allah insan hayatına karışan tek Rab, ben de onun kulu olmak zorundayım. İşte bu âlemde en büyük ve tek hak budur. Bundan başka hak mı var ki? İşte tüm bu haberler, işte bu kitap, bu peygamber bu hakkın açığa çıkması için gel-miştir.
Şu andaki haber merkezlerinin haberleri peşinde koşan bizler Rabbimizin bu haberiyle ne kadar ilgilendiğimizi düşünmek zorundayız. Bizim dirilişlerimize sebep olsunlar diye Rabbimizin yıllar sonra dirilttiği Ashab-ı Kehf’in haberiyle ilgilenmeyen bizler yoksa onların yerinde uyuyan insanlar konumunda mıyız? Onların uykusu uyandırma adına bir uykuydu. Tüm uyuyanları uyandırmak içindi onların uykuları. Tıpkı bir süre sonra uyanışıyla tüm tabiatı uyandıracak olan baharın uykusu gibi bir uykuydu bu. Bir neşv-ü nema uykusuydu bu. Bu uyku mesajın hüsnü kabul göreceği bir zamanın beklenmesiydi. Beklenecekti bir süre çaresiz. Kimi zaman zindanlarda bir bekleme, kimi zaman Hıra mağarasında bir bekleme, kimi zaman şehid olarak toprağın sinesinde bir beklemeydi bu. Geleceğe atılmış bir tohumun filizlenmesinin beklenmesiydi sanki bu.
Yusuf’un zindanı da böyleydi. Zindan kendi ölümünü hırsla isteyen zulüm düzenlerinin kendi elleriyle oyduğu mağaradan farksızdır. Resûlü Ekremin hayatında da böyle bir mağara görüyoruz. Bu mağaralar aydınlığa çıkışın kapılarıdır.
Onlar gençtiler, dinç ve dinamiktiler. İman ettiler de Allah da imanlarını artırıverdi. Yaşları genç değil, imanlarıyla genç ve dinçtiler. Rablerine iman ettiler, Allah’ı Rab ve İlâh olarak kabul ettiler, bu kabulün, bu güvencesine evet dediler, Allah da bu kabullerinin gereği onlara hidâyetini, yol gösterisi lütfediverdi. Allah onlara hidâyet buyurdu ve hidâyetlerini daha da artırıverdi. Allah’ın hayata karışı tek Rab ve İlâh olduğuna inanmışlardı. İşte bu imanları kendilerine çok çok hidâyet kazandırıyordu. Bürûc sûresinde de aynı konu anlatılıyordu. Orada anlatılan, diri diri hendeklere gömülen mü’minlerin inanç modelleriyle buradaki gençlerinki aynıdır. Onlar Azîz olan, Hakîm olan ve göklere ve yere egemen olan bir Allah’a inanmışlardı da kâfirin gözünde suçlu görülmüş ve öldürülmüşlerdi. İşte bu gençler de onlar gibi inanmışlar ve suçlu görülmüşler.
Evet onlar daha gençtiler, tomurcuktular, henüz hayatlarının baharını yaşıyorlardı. Diriydiler, canlıydılar. Eğer Rablerine îmanları olmasaydı, eğer onları yerlerinde durdurmayan Rablerine teslimiyetleri olmasaydı, eğer peygamberlerinin getirdiği hidâyet hediyesiyle gönülleri çarpmasaydı, eğer öteki arkadaşları ve akranları gibi vahiy bilgisinden, kulluk bilincinden habersiz olsalardı o zaman belki de öteki gençler gibi, öteki akran ve arkadaşları gibi analarının kucağında, evlerinde, köşklerinde kendi dünyalarını yaşayıp gidecek, bir nebat gibi, bir böcek gibi sonunda yok olup gideceklerdi. Belki rahatları bozulmayacaktı. Belki böyle bir hicret, böyle bir ayrılık, böyle bir kıyam ve böyle bir mağara ve onun getirdiği korku ve sıkıntı olmayacaktı. Belki huzurları kaçmayacaktı, rahatları yerinde olacaktı ama beri tarafta hayatları da ölümsüzleşmeyecekti.