21. BÖLÜM: "BİZ"

18.3K 982 353
                                    

gözlerimi açtığımda burnuma erişen güzel kokuları duydum önce. sonra koltukta uyuduğum için ağrıyan belimi hissettim ve bir de üstüme örtülen battaniyeyi fark ettim tabii. annem yine iş başındaydı.

yavaşça doğrulup mutfağa doğru yürüdüğümde kaşlarımı çattım yavaşça. erez şarkı söylüyordu. ve daha da ilginci sarhoş olmuştu. tezgahtaki şişe ve yarım kadeh bunu ispatlar nitelikteydi. şarabından bir yudum daha aldı.

Oh, oh woe-oh-woah is me
The first time that you touched me
Oh, will wonders ever cease?
Blessed be the mystery of love
Oh, oh üzgün olan benim
Bana ilk kez dokunduğun zaman
Oh, mucizeler hiç biter mi?
Aşkın gizemi olmakla kutsanmışım

How much sorrow can I take?
Blackbird on my shoulder
And what difference does it make
When this love is over?
Shall I sleep within your bed
River of unhappiness
Hold your hands upon my head
Till I breathe my last breath
Ne kadar üzüntüyü kaldırabilirim?
Omzumda karakuş
Ve ne fark eder
Bu aşk bittiğinde
Senin yatağında mı uyumalıyım
Mutsuzluğun ırmağında
Ellerini başımın üstünde tut
Ben son nefesimi verene kadar

Oh, oh woe-oh-woah i-

beni sonunda fark ettiğinde irkildi ve elindeki kaşık tavanın içine düştü. bense kapının pervazına yaslanmış ve büyülenmiş bir şekilde kalakalmıştım. keşke sonsuza kadar beni fark etmeseydi ve sonsuza kadar şarkı söyleseydi. her ne kadar sesindeki hüzün canımı yaksa da melek gibi olan sesini ölene kadar bıkmadan dinleyebilirdim.

"ne zamandır buradasın?" diye sordu kaşığı tavadan alırken. tezgahtaki boş tabağı alıp tava da pişirdiği tavuk ve mantarı içine doldurmaya başladı. epey utanmış gibi bir hali vardı. insan bu kadar güzel şarkı söylerken neden utanırdı ki?

"söylemeye devam etsene." dedim sorusunu duymamış gibi yaparak. cevap vermedi. servis tabağını masaya koyup başını kaldırmadan sordu.

"ne içeceksin?"

eline masaya koyduğu iki şişeyi aldı. viski ve şarap.

"şarap." dedim ve yuvarlak masanın bir tarafına konulan servisin önündeki sandalyeye oturdum.

yemekler harika görünüyordu. körili tavuk, mantar ve makarna vardı. yanında salata yapmıştı ve tatlı olarak muhtemelen buzdolabında bulduğu pastayı kesmişti. şarabımı doldururken yüzünü inceledim. o kadar güzeldi ki... her şeyiyle güzeldi. sinirliyken, utanırken, tripliyken. gerçi onu hiç tripli görmemiştim. genelde bir sorun olduğunda sinirine hakim olamayıp her şeyi açıkça söylüyordu.

şaraptan kendi kadehine de koyup karşımdaki sandalyesine çöktü ve servis tabağına uzanıp kendine yiyeceği kadar yemek koydu.

ben de ona uyup kendi tabağımı doldurdum ve zil çalan midemi doyurmaya başladım. her şey enfes olmuştu. bu kadar güzel yemek yapabildiğini bilmiyordum.

o an erez hakkında bilmediğim milyonlarca şey olduğunu fark ettim. onun itaatkar yönünü bugün öğrenmiştim ve sesiyle aşçılığının iyi olduğunu da. daha kim bilir neler öğrenmem gerekiyordu. kim bilir beni kendine bağlayacak ne çok özelliği vardı daha.

cloud masaya doğru yaklaşıp tam ayağımın dibine oturdu.

"ah ona mama vermeyi unuttum." diye söylendim kendi kendime. tam ayaklanacaktım ki erez sonunda konuşmaya karar verdi.

"ben verdim." dedi düz sesiyle sonra yemeğine geri döndü.

sorunun ne olduğunu biliyordum. şu anda trip atmıyordu sadece sessiz kalmayı tercih ediyordu. çünkü eğer konuşursa açıklama yapmak zorunda olmaktan korkuyordu.

EFLA | BXBWhere stories live. Discover now