Üçüncü Bölüm

2.3K 78 7
                                    


Rakım Efendi ile dadısı Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu olarak gördükleri Canan'ın eğitim, öğretimiyle ilgilenmeye başladılar. Bu arada, zavallı kızda bazı hastalıklar varmış. Rakım, Canan'ın geldiğinin ikinci günü, durumu bir hekime anlatmak ve bir çare bulmak için Galata'da oturan doktor dostuna koştu. Şefkat ve merhametle bir faytona binip geldiler. Doktor kızı iyi bir muayeneden geçirdi. Korkulacak bir şey olmadığını, hastalığın Kafkasya'nın soğuk ikliminden kaynaklandığını, İstanbul'un sıcak ikliminde şifa bulacağını bildirdi. Ayrıca hastanın, reçetedeki ilaçların yanında bir de her sabah mutlaka taze inek sütü içmesini tavsiye ederken deniz havasının yararlı olacağını, şarkı söylerken dahi göğsünü yormaması gerektiğini ilave edip Allah'ın izniyle bir şeyinin kalmayacağını söyledi.

Dadı kalfa bu hastalığın nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadı fakat Rakım her şeyin farkındaydı. Hekimi teşekkürle, nezakette kusur etmeyerek gönderdi. Dadısına tekrar tekrar hastalığın önemini, gösterilmesi gereken ilgiyi hatırlattı. Biçare Fedayi'ye, böyle bir garibe yapılacak hizmeti hatırlatmaya gerek yoktu. Her şey ortadaydı. Zavallı dadı, kızı kendi rahatı için istemişti, fakat şimdi kendi kızın iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri de ne kadar iyi olur.

Canan bir tarafta tedavi görüp eğitilirken, biz hikâyemizin şu tarafına bakalım:

Asmalı Mescit'teki İngiliz kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalktı, oraya gitti.

Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin temel taşlarından biri de bu İngiliz aile olduğundan durumları hakkında biraz bilgi almalıyız.

Evet bu İngiliz aile kibar çevredendi ama öyle lord, dük filan gibi üst sınıflardan değil. Kağıt ticaretiyle varlığını beş yüz bin İngiliz lirasına tamamladıktan sonra ticareti terk ederek ömrünün geri kalanını rahatlık ve huzur içinde geçirmek üzere İstanbul'a gelmişlerdi. Bu ailenin erkek çocukları yoktu. Aile anne, baba ve iki kız evlattan ibaretti. Bu kadar bir servetle bu kızların iyi bir evlilik yapabileceklerini, kendilerinin de rahat rahat yaşayabileceklerini düşünmüşler ve böyle düşündükleri için de hiçbir iş, fikir onları bu rahat yaşamdan uzaklaştıramamıştır.

Atalarından kendilerine geçen isim Ziklas olup beyefendinin eşine dahi Misters Ziklas diye hitap edilirdi. Kızları da bu ismi alabilecekleri halde, evlerinin içinde büyük kıza Can, küçüğüne de "Margrit" diye hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi şehrinden olup çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret sebebiyle yakınlaştıkları için gayet iyi, hatta güzel denebilecek bir Fransızca konuşabiliyorlardı. Rakım ile de bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı, bu sebeple Rakım, şimdiden ders vermekte başarılı olacağını anladı.

Can ile Margrit bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İkisinde de fidan gibi boy, zarif endam, fakat buna karşılık kıpkırmızı bir çehre, mavi gözler, beyaza yakın açık lepiska saçlar! Tipik İngiliz kızları yani...

Anlatılanlara göre göze hoş gelmeyen kızlar oldukları zannedilmesin. Her güzelin kendisine mahsus bir güzelliği olup, bu güzelliğe rağbet edenler, onları bu halleriyle severler. Bu tecrübeyle sabittir.

Sözün kısası... Rakım, iyi İngiliz kağıtlarından birkaç tane alıp, kalın kalemle "elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je..." harflerini çizip, kızlara öğretti. Bir hafta içinde bunları çalışmaları gerektiğini vurguladı, kalktı, geldi.

Vay yazar efendi, yalnız bu kadarcık mı? Aralarında hiç konuşma olmadı mı? Hiç olmazsa babalarıyla analarıyla da mı konuşmadı? Hayır. O gün başka bir şey yaşanmadı. Evde bekleyen dadısı ile Canan'ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı yokuşundan Tophane'ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı'ndaki evine geldi.

Felatun Bey ile Rakım EfendiWhere stories live. Discover now