awakening of shadow king

201 28 17
                                    

"Buraya ölmek için gelmedim!"

Dik yamacın aşağısına dikilen gözlerim dehşetle aralanırken kalbim bu cümleyi söylüyordu; ölmek için gelmedim.

Yağmurun şiddetini her geçen dakika arttırarak yüzüme vurması zaten korkuyla dolu olan kalbimi daha da körüklemiyormuş gibi kılıcımı bir sonraki adımı atmak üzere sert taşın üzerine sapladım. Ne olursa olsun bu yoldan geri dönmeyecektim, aşağı düşüp kayalıkların arasında parçalansam bile.

Sol elimi ve sağ ayağımı nereye koyduğuma dikkat ederek gözlerimi döven yağmuru önemsememeye çalıştım, toprak elimin altından kayıp gidiyordu. Tıpkı lanette olduğu gibiydi, yedi büyük tepenin üzerinde, yedi katlı kulenin yedinci odasında, yedi kat merdivenin sonunda, buzdan bir lahitte yatan Gölge Kralı'nı uyandırmak için harika bir gündü. Başıma gelmeyen kalmamıştı, gemim daha adaya varmadan mürettebatın bir kısmı, büyüleyici şarkılarıyla akıllarını alan deniz kızlarının yemeği olmuş, kalanların yarısı deli olduğumu söyleyerek sandallarla ülkeye geri dönmüş ve diğerleri kayalıklara çarpan geminin enkazı altında kalarak ölmüştü. Hepsinin ortak noktası deli olduğumu düşünmeleriydi tabii, bunu rotayı söylendikten sonra gözlerinde uyanan ifadeden anlamak zor değildi.

"Kim ölmüş bir kralı uyandırmak ister ki?" demişti bir fısıltı.

"Kaptanın neden lanetli olduğunu daha iyi anlıyorum." demişti öteki ama biliyorlardı, bu yola çıkmaktan başka çareleri yoktu.

Benden kurtulmanın tek yolu ölümdü.

"Ölmeyeceğim!"

Ayağımı yerleştirdiğim yer parçalanıp toprakla birlikte bilinmezliğe sürüklenirken tüm gücümle bağırdım.

"Bugün ölmeyeceğim! Beni duyuyor musun?"

O lahiti açmadan ölmeyecektim. Kaybettiğim her şeye değerdi.

Değmek zorundaydı.

Kılıcımı sapladığım yerden tüm gücümle çekerek yeni bir yere saplamış ve yeni bir adım atmıştım. Buradan dönüş yoktu. Ya ulaşacaktım ya da ölecektim fakat benim bu gece ölmeye niyetim yoktu.

Sırılsıklam olmuş kıyafetlerim ağırlığımı aşağıya çekerken kaymaması için binbir zorlukla taşlara sardığım parmaklarım parçalanmışlardı ve her şey aleyhime işlemek için anlaşmış vaziyetteydi. Yüzüme vurup duran ve devasa bir uğultuyla akıp giden yağmur, göz yaşlarımı hissetmeme engel oluyordu fakat ben hissetmek istiyordum.

Bu göz yaşları sadece öfke değildi. Tüm hayatımın acıları, işkenceleri, arzuları ve gücü onlarda yatıyordu.

Ben lanetli değildim ve bunu ispatlayacaktım.

Derin bir nefes, yağmura rağmen içime çektiğim o derin nefes ciğerlerimi yakarken başarmanın heyecanı içinde elimin altındaki toprağı kavradım. Islak, çamurlaşmış doku parmaklarıma yapışırken mutluluk yüzüme yansıyordu. İlk kez böylesine mutlu hissediyordum ve bu son olmamalıydı.

Yedi tepenin yedincisine tırmanana kadar pekçok kez ölümle burun buruna gelmiştim; gemim artık yoktu, zehirli sarmaşıkların değdiği yerlerim şişmişti, uykusuz ve açtım ama değerdi.

Yakında tüm dünya, beni lanetledikleri için pişman olacaktı çünkü iblisi uyandırmak üzereydim.

Buzdan yapılma, daracık merdivenli yedi katlı kulenin yedinci katına çıkmam gerekiyordu şimdi. Her bir katı birbirinden ayıran buz mahzenleri, mor renkli alevler ve şeytan tasvirlerinin süslediği kule boştu. Kralın buraya hapsedildiği efsanesi gerçekti demek. Kim böylesi bir yerde hayatta kalabilirdi ki? Demek ki gerçekten ölmüştü.

Onu uyandırabilecek miydim merak ediyordum.

Daracık katlara sahip bu kulenin sadece yedinci katında tek bir oda vardı, kapısız, yedi buz basamaktan oluşan merdivenin sonunda, cam gibi görünen buz lahitin içinde.

Ellerini göğsüne çapraz bir şekilde yerleştiren genç bir adam, boylu boyunca uzanıyordu. Sanki uyuyormuş gibi, soluk teni ve kanı çekilmiş dudaklarıyla. Heyecan, korku, endişe ve adını koyamadığım tüm duygular zihnimi işgal ederken, belime sardığım kuşakta yer alan taşları, yasaklanan ve şeytanı anlatan kitaplardan öğrendiğim kadarıyla dizerek tam ortasına oturdum ve beklenti içinde gözlerimi yumdum.

Bir ses, bir işaret bekliyordum. Şişmiş yüzüm, çamura bulanmış ellerim, ıslak elbiselerim ve bu soğuk mahzen, bana iyi olan her şeyi unutturmuştu çoktan. Ölümden başka bir şey düşünmek imkansızken içimde bir yerde garip bir ses yükseldi.

"Neden buradasın?" dedi ses. O kadar doğaldı ki, kendimle konuştuğumu düşündüm bir an.

"Gölge Kralı'nı uyandırmam gerekiyor." dedim tereddütsüz. "Ona ihtiyacım var."

Ses sustu ve bekledi. Bu öyle bir sessizlikti ki, gittikçe büyüyen alevlerin çıkardığı küçük hışırtıları duymak bile mümkündü.

"Ne vaat ediyorsun?" dedi aynı ses. "Yaklaş ve söyle."

Yaşla dolu kirpiklerimin yaktığı gözlerimi usul usul araladım. İnanılır gibi değildi, buzdan oda erimiş ve bambaşka bir yere dönüşmüştü şimdi. Lahdin içinde yatan Kralın yüzü oldukça netti, solgun yüzü ve dudakları kanla dolmuş gibi kızarık ve tazeydi.

Bu adımda ne yapmam gerektiğini biliyordum. Cesedin yanında diz çöktüm, kuşağımda duran hançeri almak için uzandım. Kanımı akıtmam ve bunu Kralın alnına ve kalbine, iki yaşamsal varlığına armağan etmem gerekiyordu. Ona hayat boyu bağlı kalacağımın yegane işaretiydi bu.

Ancak ben daha büyük şeylerin peşindeydim.

Lahdin içine eğildim, saçlarının kapattığı alnını aralayarak dudaklarımı usulca değdirdim. Sanki az önce buzlar içinde yatan o değilmiş gibi, alev alev yanıyordu şimdi. Siyah gömleğinin içinde parlayan kalbine eğildim ve ona da bir öpücük verdim. Elimin altında canlanan biri vardı şimdi.

Buzdan kirpikler ağır ağır aralanırken derin bir nefes aldım. Aralanan gözlerin öfkesi gözlerimdeki öfkeyle bütünleşirken, bedeninin altında açılan siyah kanatları oynadı.

Gölge Kralı, 600 yıllık uykusundan uyanmıştı.

Selam, yine ben.

Fantastik bir şeyle dönmek isterim umarım seversiniz. Gölge Kralımız tabii ki de Zaynie diğer karakterler sonra tanıtılacak. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın sizleri seviyorum.

Faith

phantom | ZaynWhere stories live. Discover now