I

840 44 334
                                    

Soğuk.
Hava buz gibi soğuktu.

8 Şubat, saat gece 22.00.

Botlarla bile soğuktan karıncalanmayı başarmış ayaklarını, elindekinin düşmemesine dikkat ederek hızlandırdı Britanyalı genç. Yürüdüğü konuma vardığında çatık kaşları kalkmış, okyanus mavisi gözleri binanın altın harflerle yazılmış ismini bir kez daha okumuştu.

Amacından sapmaması gerekiyordu; tekrardan odağını konuma vermiş, kapıdan geçtiği gibi çevreye sıcak hava üfleyen radyatör selamlamıştı onu.

Beyaz koridorda sağa sola koşuşturan ve koltuklarda titreye titreye bekleyen insanları ön yargılı bakışlarla süzerken, sıcak renklerle donanmış atkısını kızarmış hokka burnundan indirip iyodoform kokusunu içine çekti.

Buranın sıcaklığıyla bir nebze olsa da rahatlamıştı.

İşittiği adım sesleriyle arkasını döndü sonra: arkadaşı da onun hemen ardından geç kalma korkusuyla koştura koştura gelmiş, ve nefes nefese kalışı sıcak havayla ödüllendirilmişti. Ressam arkadaşının yanına yaklaştı simsiyah montunu aceleyle düzeltirken.

Çekingenlikle izledi etrafında olanları;  kalabalık ortamlar onu çok ürkütüyordu ama neyse ki şu an insanlar onun albinizmini küçümsemek için fazla yorgun ve endişeli duruyorlardı. Kambur vücudunu kavuştuğu küçük huzurla beraber biraz daha dikleştirdi.

Edgar ilk önce arkadaşına tip tip baktı, sonra o da bir iki adım ilerleyip bozulan beyaz buklelerini düzeltti soğukkanlılıkla.

“Geleceğine inanmıyordum dürüst olmak gerekirse.”

Melankolik bir gülümsemeyle, maruz kaldığı ışıktan kızaran gözünü beyaz zemine kaçırırken omuz silkti Andrew.

“Ben de.”

Sonra da Edgar, elindeki küçük kese kağıdına baktı ve tekrardan bu acelesinin nedenini hatırlattı kendine.

“Her neyse, bunlar soğumadan önce acele etmemiz lazım.”

Andrew, arkadaşının dediğini onaylamak için başını hafifçe salladı ve masum bir ördek yavrusu misali Edgar'ın peşinden ilerledi.

İlk önce adımlarını küçük, hidrolik asansöre yöneltmişlerdi. Fakat görünüşe bakılırsa, asansörün önü tembel insanlar sağ olsun geceleyin bile uzun bir kuyruk bulundurmayı becermişti.

Bıkkınlıkla gözlerini buluşturdu ikili.
Ne Edgar'ın oradaki uzun sıraya katlanası vardı, ne de Andrew'in öylesine küçük bir asansöre binip fobisini tetikleyesi.

Kimsenin kullanmaya zahmet etmediği merdivenlerden hızlı hızlı çıkmaya başladılar onun yerine. Mezarlık bekçisi bir yandan arkadaşının basamak atlaya atlaya giden adımlarını takip ediyor, bir yandan da çıktıkları o kadar merdivene rağmen yüzünde eksilmeyen o şaşırtıcı hevese bakıyordu. Galiba ettiği o kadar hakarete ve ukala tavırlara karşın onları içten içe umursadığının küçük bir ispatıydı bu.
Sonra ise gözü Edgar'ın elindeki kese kağıdına doğru indi. Hayıflandı.

“Keşke ben de bir şey getirseydim...”

Ressam, çıkmayı durdurup yorgun bir nefes verdi ve kırmızı trençkotunun altın düğmelerinden bazılarını açarken söylendi.

“Senin buraya gelmen bile ona bir hediye olur zaten.”

Bunu söylerken ciddi miydi sarkastik miydi bilinmez ama doğru olduğu kesindi.

Andrew hasta ziyaretlerinden çok korkuyordu çünkü.
Her bir ziyarete geldiğinde, kendi annesinin nasıl hastalanıp öldüğünü hatırlatıyordu buradaki atmosfer ona. Her burada ağlayan insanları gördüğünde ise annesine hem zarar verip hem de arkasından ağlayan o çirkin çocuk aklında canlanıyordu.
Sık sık onu kontrol etmeler, çaresizce yapılan beceriksiz hediyeler, iyileşeceğine dair kendini kandırmalar... Ve ölüm.

"Our Last Dance"  -EdLuca-Onde histórias criam vida. Descubra agora