Tarihteki Ilk Güzellik Yarışması - TurGree

141 8 244
                                    

Bu salak Yunan yine ne bok yemeye anasının harabelerindeydi?

Hayır, Sadık onun mal olduğunu biliyordu zaten. Annemin mirası diye tutturup duruyordu, tamamdı da zaten yapı ortaya çıkmıştı işte. Yıkıldı yıkılacak taşların altında uyurken onu bulmak sinirlerine dokunuyordu.

Tamam, kavga edip duruyor olabilirlerdi, Yunan aşırı nankördü ve onun bunun çocuğu falandı pisti kakaydı da...

Onun için endişeleniyordu. Bundan nefret etse de üzerinde bir sorumluluk vardı ne de olsa. Yunanistan portakalda vitaminken annesinin sahip olduğu kültürü sevmesine de anlayış gösteriyordu. İstese de istemese de yumuşak bir yanı vardı ona karşı.

Harabelerin içinde gezerken mermerin üzerinde uyuyup kalmış enayiyi görünce bu düşüncelerin uçup gitmesi haricinde sorun yoktu.

Hızlı ve sert adımlarla yanına gelip tekmeyi koymuştu cenin pozisyonunda yatan Yunanistanın kıçına.

"Oi! Kalk lan eşek sıpası!" Tüm gün onu ararken beyefendi hastalanmak için can atar gibi burada keyif yapıyordu. "İki seksen uzanacağına git Almanya'ya borcunu ödesene mal evladı."

Yunan yüzünü ekşitmişti. "Ne var be barbar herif?"

Sinirliyken bile yayık yayık konuşuyordu. Sadık sinirlerinin zıpladığını hissediyordu böyle.

Yine de Herakles sonunda hantalca gövdesini biraz kaldırmış ve oturur pozisyona geçmişti. "Yemek vakti mi?" Böylelikle esmer adamdan bir tekme daha kazanmıştı beline. "Asalak gibi milletin sırtından geçin anca. Hadi. Hazır. Sarmamız var."

Heraklesin gözleri bir an için parlamıştı. "Yunan yemeği!"

"Bu tartışmayı yapmayacağız. Sadece sarma kelimesinin sarmaktan geldiğini ve onun da Türkçe bir kelime olduğunu söyleyip bırakıyorum."

Böylece yola koyulmuşlardı. Yunanistan çok yavaş olduğundan onu epey sürümesi gerekmişti yine de Türkiye'nin. Şöyle bakınca son zamanlarda rengi atmış heykeller gibi beyazlamış görünüyordu Herakles.

"Harabelerin gölgesinde uyuyup durmaktan teninin rengi açılmış. Ne kadar tembel olduğun buradan bile belli." Herakles'in o kadar tembel bir rutin ile nasıl kaslı olduğuna da anlam veremiyordu zaten. Belki Yunan heykeli tabiri Yunan temsilcinin görünüşüne falan vurmuştu?

"Bana laf sokmadan yürüyemiyor musun çirkef herif?"

"Japonya sana nasıl katlanıyor anlamıyorum cidden. Halbuki kedileri senden daha çok seviyorum be!"

Kavga ede ede niyahetinde varabilmişlerdi. Sofraya oturduklarında oluşan sessizlikte Sadık ara sıra onu durgun gördüğünde yapmaya alışık olduğu gibi Nasrettin Hoca fıkraları anlatıyordu, Hera da sesini çıkarmıyordu. Güzelim dağ manzarası eşliğinde, çimlerin üzerinde hikaye dinliyordu işte.

Eh, iki kültürün de felsefeyi geliştiren kendine has hikayeleri vardı ne de olsa.

Yine de Sadık fıkrayı bitirdiğinde ona köylü yaftası yapmaktan kendini alamamıştı. "Zarafetten yoksun bir mizah ve felsefe anlayışınız var cidden."

Sadık için yalnızca ben Avrupalıyım diye hava atıyor gibi görünmüştü tabii. "Sokrates'i de biliyoruz canım. Yalın olması haricinde pek farkı yok bizim hocadan. Hem işin içine mizah katmak daha zor bir sanattır!"

"Kültürel hikayelerimizi Sokrates'ten mi ibaret sanıyorsun? O evrenseldi, sizin hoca yöresel. Sizde kalıyor sadece."

Sadık rekabeti sezmişti. Termostaki kahvelerini dökerken oyunbaz bir tavırla ona bakmıştı maskesi altından. "Madem kulvarımız farklı diyorsun, Yunanların yöresel hikayelerinden birini anlat. Şu Japonya'nın mangalarından fırlama gibi duran Tanrılarının efsaneleri de olur." Onun kahvesini tepside itmiş, Yunanistan'ın soluk elinin bardağı durdurmasını ve içindeki kahveye düşünür gibi bakmasını izlemişti.

Hera onun anlattığı 'Ye kürküm ye' fıkrasının bir benzeri gibi hissettirdiğinden gözlerini yumup derin bir nefes aldı, ardından gözlerini açıp konuşmaya koyuldu.

"Paris'in üç Tanrıça arasında bir seçim yapması gerekiyordu." Dedi nispeten daha beyaz tenli ülke ve gözlerini kahveden çekerek karşısındaki dağa dikti, Kaz Dağı'na. "Aklın Tanrıçası Athena, Evlilik Tanrıçası Hera ve Aşk Tanrıçası Aphrodite."

Esmer adam pür dikkat kendisine anlatılanı dinliyordu. Bu öyküyü bilmemesinden kaynaklanmıyordu -ki ülkesi ile ilgili her şeyi bilirdi- onun sesinden dinlemek istediğindendi. Hem, Hera'yı yarışmak için yeterince hevesli görmek ender rastlanan bir durumdu.

"Athena ve Hera dünyanın en güzel kumaşlarından yapılan en zarif elbiseleri giymiş, en mükemmel takıları takmışlardı. Paris'e ün, toprak ve zenginlik vaat ettiler. Aphrodite ise gerçek güzelliğin saklanamayacağını düşünüyordu, üzerinde incecik bir örtü ile geldi yarışmaya. Ve Paris'e dünyanın en güzel kadınının aşkını teklif etti."

Bir süre sessizlik oldu, yalnızca çimlerde oturup daima esen bu rüzgarın saçlarını karıştırmasına izin verdiler.

Sadık düşündü, Aphrodite sonuna kadar haklıydı, gerçek güzelliği kimse saklayamazdı. Bu giyilen bir kumaş parçası yahut sürülen boya değildi, tüm kusurların göz önünde olduğu bir beden ve koca bir kalpti güzellik; Dağınık kahverengi saçlar ve dalgın bakışlardı, pantolonun kenarındaki bir parça çamur, mermer gibi kusursuz bir ten üzerindeki kedi tırmıkları yüzünden oluşan kızarıklıklardı-

"Siktir!" Dedi Sadık ve geriye çekildi biraz, diğer adam ona anlamaz gözlerle bakıyordu.

Esmer Türk hafifçe öksürdü kendini toplamak için. Kahve bardağını avuçları arasına aldı.  "Biliyor musun Herakles..." diye başladı, "...ben Paris olsaydım, öhöm, yani, elmayı Hera'ya verirdim."

Herakles gözlerini kocaman açtı ve kızararak başını çevirdi. Umursamaz görünmeye çalıştı. "Söylemeyi unuttum... Hera da Paris'i oldukça güzel bulmuştu, şey..." genelde barbar diye hitap ettiği adamın eline uzandı. Ona bakamadan. "Buna çok sevinirdi..."

Sadık sırıttı, alaycı değildi, yumuşak bir sırıtma idi. Boştaki eli göz çevresini örten maskesine gitmişti. Aphrodite'in felsefesine ters düşen bir davranış olmasa da maskesini indirmişti bir kerelik.

Herakles göz ucuyla ona baktığında epey şaşırmış ifadesine pek engel olamadı, yanaklarının yandığını hissetti. Esmer adamın parlak ve hayat dolu gözleri, buna zıt kaçsa bile çok fazla sorunun getirdiği yorgunlukla şişip morarmış göz altı derisi... onları görmeyeli kim bilir ne kadar uzun zaman olmuştu. Hera hatırlamıyordu bile.

Ancak bu an kısa sürmüştü. Sadık acı tatlı bir tonda gülerek maskeyi yeniden yüzüne çekmişti. "Umarım, umarım sevinirdi. Çünkü benim kadar sabırlı bir başka Paris bulamazdı."

"Romantizmin içine etmesen olmaz sanki..."

___________o___________
Öhö öhö hö höğğğ- Ne bileyim... bence romantikti.

Bu arada gerçekten, Hera'nın soyismini Karpusi (karpuz) koyan H*maruya beyciğim, hayal gücünüz gözlerimi yaşartmakta. Çocuğun üzerinden "dur ulan daha karpuz kesecektik!" diyip Herakles'i kestikleri bir espri yapmamak için zor durdum.

Bu fic sırasında hiçbir Yunan'a zarar verilmemiştir.

Neyse, bu bölüm tatlı bir kediciğin (aka koniko_) TurGre sevdasının kabarması sonucu yazılmıştır. Beğendiyseniz lütfen ona teşekkür edin. Beni heveslendiren kişidir kendileri.

Kendinize iyi bakın, bir yirmi dört saat daha huzurla başlar umarım, bu gece saldırımdan sonra.

(Şaka maka bir güne iki bölüm atmayayım diye Cindirella misali gece yarısını beklemiş gibi hissettim.)

Minicik Hetalia HikayeleriWhere stories live. Discover now