1. BÖLÜM

200 87 154
                                    

"Ateş!"

"Tekrar! Ateş!"

"Saldırı için hazırlan!"

"İleri!"

Tozlu hava koşarken nefesini daraltıyordu. Etrafındaki insanların yaşadığı adrenalin patlamasını o da hissediyordu tüm damarlarında. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Ama duramazdı. Masum canların yitip gitmemesi, yeniden parlayacak sayısız yıldız için koşmalıydı. Daha da önemlisi ailesi için...

Bulduğu bir duvarın arkasına attı kendini. Nefes nefeseydi. Sanki boğulacaktı. Her şey daraltmıştı onu: tozlu hava, sırılsıklam eden yağmur taneleri ve kıyafetleri bile... Dokunsalar ağlayacaktı ama hayır kendine gelmek zorundaydı. Savaşmak zorundaydı.

Komutanının "Hazırlan!" emrini duyunca silahına sarıldı. Nefesini tuttu.

Yıllardır duyduğu o tanıdık ses gürledi kulaklarında:

"Ateş!"

Delicesine tetiğe basmaya başladı. Kulaklarını sağır eden silah sesi hiç dinmeyecek gibiydi. Önüne çıkan askeri gördü ve kafasını hedef almak yerine bacağına sıktı. Birini öldürmek kolay gibi gözükebilirdi ama onun için değildi.

Karşıdaki binanın kapısına doğru koştu. Silah arkadaşları onu koruyorlardı. Kapıyı araladı ve bir kedi sinsiliğinde bodruma giden merdivenleri indi. Sesler gittikçe artıyordu. Bağırıyordu birileri. Boğuk ama bir o kadar da vahşi...

Kapının aralığından içeriyi süzüldü. Başına çuval geçirilmiş iki kişi sandalyeye bağlanmıştı. Demek ki onlar bağırıyordu. Ve sonra o tanıdık sözleri işitti:

"Eşhedü en la..." Hayır hayır hayır. Doğru değildi, bu ses... Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. İkinci kere düşünmeden içeri atladı. Kendi canını feda etmeye hazırdı. Gözü dönmüştü. Sandalyenin yanındaki adamı silahıyla vurdu. Üç kişi üstüne atladı. Silahı uzun menziller içindi. Kısa menzilde kullanamazdı sadece onu yavaşlatırdı.

Silahı kenara fırlatıp yanındaki adamın boynuna atladı ve bacaklarıyla onu kilitledikten sonra koluna bağlı olan bıçağı çekip boğazına sapladı. Artık duramazdı, acıyamazdı. Çünkü onlar acımamıştı...

Hızlıca sandalyede oturan kadına uzandı ama diğer adamlar onu tuttu. Kollarına yapışmışlardı. Hayır! Hareket etmek zorundaydı.

"Hayır!" diye haykırdı vahşice. "Beni öldürün yalvarırım beni öldürün ama onlara bir şey yapmayın!" dedi. Yalvarmaktan başka çaresi yoktu. Bir böcek gibi eziyorlardı onu.

Kafatasında kocaman üç üçgen arasında kalmış bir kare dövmesi olan, kel bir adam yaklaştı yanına. Kızın saçlarından tutup kaldırdı kafasını.

"Bak bakalım!" diye gürledi bozuk İtalyancasıyla. Adamlarına işaret etti. Çuvallar açıldı. Acı gerçekle yüzleşmişti. Her sabah günaydın deyip öpüp sarıldığı, geceleri yatmadan önce beraber kitap okuduğu, her yemeği beraber yediği, canı sıkılınca odasının kapısından kafalarını uzatıp her şeyin güzel olacağını söyleyen insanlar duruyordu karşısında. Bakakalmıştı. Gözyaşlarından net göremiyordu ama o sesi biliyordu. Şehadet getiriyordu adam. Müslüman bir insanın ölmeden önce yapacağı son şeyi yapıyordu...

O sırada iki silah da patladı. Yerleri boyayan, kırmızının en güzel tonuydu. Onun içinse en karanlık... Yere bastırmış olan avuçlarının altına dolmuştu kan. Tırnaklarının içine kadar sızmıştı. Katlanamadı. Son gücüyle bağırdı:

"Hayır! Hayır! Olamaz!"

Gözlerini açmasıyla her gece bakmaktan yorulduğu, boyaları sökülmüş tavanla karşı karşıya kalmıştı. Rüyaydı. Her gece gördüğü aynı rüya...

Ayaklarını yataktan sarkıtıp derin bir nefes aldı. Biraz olsun sakinlemişti. Elleri hala titriyordu ama her sabah aynı şeyleri yaşamaya alışkındı. Terleyen alnını komodinin üzerindeki peçeteyle sildi. Telefonuna uzanmadan önce aklına bir şey geldi. Bugün günlerden neydi?

Duvardaki takvimi kontrol etmesiyle tüyleri diken diken olmuştu. Hayatını alt üst eden o günün üzerinden tam 10 yıl geçmişti ama 40 yıl gibi hissettirmişti. Dün gibi aklındaydı. Asla unutmamıştı. Unutamazdı...

Sadece tek bir odası olan eski evinin penceresini hafifçe araladı. Bergamo'nun antik esintilerini tüm hücrelerinde hissetmek için ciğerlerini havayla doldurdu.

Doğduğundan beri İtalya'da, Bergamo'da yaşıyordu. Bildiği, kendini evinde gibi hissettiği tek yer burasıydı. Annesi Türk olduğu için kısa bir süreliğine Türkiye'de de kalmıştı ama babası kendi memleketi olan İtalya'ya geri dönmek istemişti ve çocukluğunun neredeyse hepsi burada geçmişti. Bu yüzden İtalya'nın yeri onda bir başkaydı.

Telefonuna uzanıp arayan var mı diye kontrol etti. Tabii ki kimse aramamıştı. Şaşırmamıştı. Sonra bir anda kapı çaldı. Bir dakika kapı mı? Yıllardır önünden ev sahibi dışında kimsenin geçmediği kapı mı? Büyük ihtimalle ev sahibi tekrar kirayı isteyecektir diye geçirdi içinden. Homurdanarak kapıyı açtı.

"Derin Lorenzi?" dedi şapkalı bir adam.

"E-evet benim."

"Adınıza posta var." diyerek ince bir zarfı uzattı aceleyle. Kız 'teşekkür ederim' diyemeden arkasını dönüp uzaklaştı.

Bir mektuptu. Bu devirde kim mektup yazardı ki? Üstelik ona!

Merakla mektubu açtı. İçindeki kısacık birkaç cümle yazılı olan kağıtları aldı ve heyecanla okumaya başladı.

"Paraya ihtiyacın olduğunu biliyorum. Elimde tam sana göre bir iş var. Eğer ilgilenirsen diğer kağıtta yazan adrese gel.

-AST"

AST de ne demek? Üstelik bu kişi onun durumunu nereden biliyor? Acaba çocukların saçma bir oyunu mu bu?

Telefonunu alıp arama çubuğuna AST yazdı. Hiçbir şey çıkmadı. Haritalardan yazılan adrese baktı. Milano'da bir yer çıktı karşısına. Otobüsle Milano'ya geçebilirdi. Acaba fazla mı dikkate almıştı bu yazılanları? Ya bütün bunlar sadece bir şakaysa? "Neyse, vereceğim otobüs parasına yazık olur" deyip mektubu bir köşeye fırlattı. O sırada gözüne son arayan kişiler takıldı. Ev sahibi defalarca aramıştı. Açmamıştı. Elinde tek kuruşu bile yokken aylardır ödeyemediği kirayı istiyordu. Bu, onu mektuba tekrar bakmaya itti. Ümitsizce ofladı. Ne kaybedebilirdi ki?

Geçmişin Esareti AltındaTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang