ON BEŞİNCİ BÖLÜM

40 6 0
                                    

   Aaron ile yaşadığım rezillik dolu anları geriye dönüp düşünecek cesaretim yoktu. Aklımda uçuşan kelimeleri bir oraya bir buraya savuruyordum. Bir bütün olmalarını istemiyordum. Bana akıl dağıtacak bir şeyler lazımdı. Hiç tanımadığım bir şehirde ne yapabilirdim? Kaybolana kadar yürümek iyi bir fikirdi. Şu an her şey iyi fikir sayılırdı.

   Kutsal ağacın yanında olan kutsanmadan sonra kendime geldiğimde Aaron gitmişti. Tera ile Vayne ile sabaha kadar orada oyalanmıştık. Toprak ile özdeşlemenin bir yolu da buydu. Orada kalman, toprağın içinde yatman hatta mümkünse daha fazlasını yapman gerekiyordu. Yedirdikleri ot sayesinde bu hiç de zor değildi.

   Güneş doğduğunda gece ekilen fidanlar çiçek açmış, serpilmişlerdi. İçinde bulunduğum durum olmasa gerçekten ilgimi çekebilecek bir sihirdi bu. Herkes eskisinden daha mutluydu. Ben ise her zamankinden huysuzdum.

   Eve gidip Max ile konuşmam gerekiyordu bir de. Ona ne diyebilirdim? Haklıydın ve o öpücük de neyin nesiydi mi? Artık arkadaşlık bağımız kalmadı mı diyecektim? Kalmamış mıydı? Ona tabii ki de çok kızmıştım ama açıkçası şu an daha çok kendime kızgındım ve o olay çok gerilerde kalmış gibi geliyordu.

   Tek istediğim şey suyun içinde saatler geçirmek, dalgalarla bir olmaktı ama gözün görebildiği her yeri, sadece ormanın ruhu sarmalıyordu.

   Tera ile Vayne uyurken oradan tüymüştüm. Yaşananlara şahit olmadıklarını biliyordum çünkü aynı ottan onlar da kullanmayı ihmal etmemişlerdi ve yanlarına gittiğimde gülmekten yerlere yatıyorlardı. Belki eve gittiğimi zannedip ilk oraya bakarlarsa biraz daha zaman kazanırdım. Oradan ne kadar uzak olursam o kadar iyi olacaktı. Hiçbir yere varıyor gibi görünmesemde...

   Tüm ağaçlar birbirinin aynıydı ve kahrolası bir yol bile yoktu.

   Üzerimdeki saçma sapan kıyafet yüzünden her yerimi çizen çalılardan hıncımı alırcasına ilerledim. Çıplak kalmayacağımı bilsem oracıkta paramparça edecektim onu. Bacağımdaki bıçağı çıkarttım. Otları biçerek yürümeye devam ettim.

   Kısacık bir sürede ne hale gelmiştim böyle?

   Yaklaşık üç hafta önce her şeyden habersiz, mutsuz ama tanıdık rutinin huzuru içinde süren giden bir hayatım vardı. Şimdi Max delirmişti. Çevremde bir sürü yabancı vardı. Bilmediğim, öğreneceğimi de hiç düşünmediğim bir şehirdeydim. Artık bir evim yoktu. Artık bir asker değildim. Sözde bir soylunun hizmetindeydim. Bir avcıydım. Hector ölmüştü. Bir anahtar olduğumu öğrenmiştim. Adını hiç duymadığım bir kılıcı ve Kraliçenin tahminimden de büyük kaltak olduğunu keşfetmiştim. Büyü içinde yüzüyordum. Tüm yaratıklar peşimdeydi ve... Venator Aaron ile köşe kapmaca oynuyordum.

   Bir ateş getireni düşünmeden duramıyordum.

   Otları daha hızlı biçmeye başladım. Arkamdan gelen çatırtı ile nefesimi tutup durdum. Sessizce bir ağacın arkasına gizlendim. Nihayet bir işe yaramışlardı.

-Sen bir anda çıkıp beni yaralamadan önce söylemeliyim ki, ona yalvardım. Beni göndermemesi için ona Kutsal Orman'da bir hafta... Tek başıma yaratık avını önerdim ama bir nedenle aramızda özel bir bağ olduğunu düşünüyor olmalı. Ya da benden gizliden gizliye nefret ediyor.

   Vayne.

   Ağacın arkasından çıktım. Kaldırdığı ellerine tersleyen bakışlarımı yolladım. Elimdeki bıçağa sahte bir endişe ile baktı. Şakalaşacak halim yoktu. Kınına geri soktum.

-Sadece yalnız kalmak istedim. Git başımdan. Kendim dönerim.

-"Söylemediğimi mi zannediyorsun?" dedi oflayarak. "Ne güzel kendi gelmeye alışmıştı ama sihir bozulmuşa benziyor. Neler oldu?"

QUADRA GÜNLÜKLERİ SERİSİ I- Bağlar ve KüllerWhere stories live. Discover now