Üç

85 14 86
                                    





Dostluk, şüphesiz bu dünyadaki en kıymetli şeylerden biridir.


İnsanın kendine güvenen, hep yanında olan, onu her türlü durumda koruyup kollayan dostlarının olması, hayattaki en büyük şansıdır. Herkes bilir ki, böyle dostları olan insanların sırtı cihanda yere gelmez. Getirilemez. Çünkü onlar her daim kenetlenip ayağa kalkmanın bir yolunu bulurlar.

Biri hepsi için, hepsi de biri için mücadele eder. Ve bu ölene kadar böyle sürüp gider.

İşte Fikret de ömürlük dostları Serkan ve Bahadır'a bakarken bunları hissediyordu. Batsa da çıksa da, gülse de ağlasa da, kazık da yese, terk de edilse hep orada olan o iki yiğit tanesi, iki yol arkadaşı, iki mübarek insan...

Fikret ikisiyle de daha bacak kadar çocukken mahallede tanışmıştı. Birlikte aynı okula gidip aynı salçalı ekmekten yemiş, aynı topun peşinden koşturup yorulmuş, aynı yağmurun altında ıslanıp hastalanmış, aynı çakıyla avuçlarını kesip kan kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki bağ zamanla o kadar kuvvetlenmişti ki... Bu yaşa kadar birbirlerinin her derdine sorgusuz sualsiz koşmuş, hatta yeri geldiğinde kavga meydanında birbirleri için bıçak darbelerine kalkan bile olmuşlardı. Kaç kere Serkan'ın götünü kurtarırken faça yediğini hatırlamıyordu Fikret. Ama helali hoş olsundu. Onlardan gelen belaya bile razıydı. En nihayetinde kardeşiydi onlar Fikret'in. İnsan kardeşi için canını verirdi be, faça yemek neydi ki?

Böylece yıllar yılları kovalamış, bu üç çocuk aynı mahallede beraberce büyümüşlerdi. Koca koca delikanlılar olduklarında dahi birbirlerinden kopmamışlardı.

Kader onları ayırmak için acele etmiyordu henüz.

Fikret sigarasından uzun bir nefes çekip kaşlarını çatarken, oturduğu kayalıkların üzerinden denize dikti buğulu gözlerini tekrar. Olay tazeyken çok anlamamıştı ama işte böyle akşam olup da dertler ayyuka çıkınca, babasının gurur kıran hakaretleri yine zihninde yankılanmaya ve Fikret'e yine bir bok parçası gibi hissettirmeye başlamıştı.

"Ya kal işine sahip çık ya da siktir git rüzgar yapma."

Zaten her zaman böyle derdi.

'Sikiyim seni de kuruyemişini de...' diye geçirdi içinden Fikret. Babasına pek çok şeyden dolayı öfkeliydi. Ama kanını fokur fokur kaynatan en ciddi mesele, bu aile mesleğini devam ettirme meselesiydi. Nefret etmiyordu ama özgürleşmek için kendi işini kurması gerektiğini hissediyordu. Fakat babası asla buna fırsat vermediği gibi bir de üstüne kapıyı gösteriyordu.

"Of ulan off... N'olacak benim bu hâlim?"

Hava iyice serinlemişti ama içi kor alev gibi yanıyordu Fikret'in. Zerre üşümemişti. Hâlâ bu yaşa kadar bir baltaya sap olamamanın, bir gül goncası alıp verememenin ve hep bir hevesle başlayıp başarısız olduğu bütün girişimlerin verdiği acıyı kırık bir kol gibi yeninin içinde taşıyordu. Alışması gerekirdi belki şimdiye ama yapamıyordu işte. Onun yerine ya gerçeklerden kaçıp yeni hayallere dalıyor, ya da eskileri hatırlayıp bir nebze de olsa bu dalgalı, siyah derinlikte huzur bulmaya çalışıyordu.

Dostlarım var, diyordu. En azından beni ben olduğum için seven dostlarım var.

Biten sigarasını elinin altındaki kayalardan birine bastırıp filtreyi taşların arasına gömdü.

"Abi yanlış anlama ama... belki de her şeyi geride bırakıp askere gitmenin zamanı gelmiştir."

Bahadır'ın sesiyle başını kaldırıp ona baktı düz düz. Askerlik şu an gündeminde bile değildi. Annesinin de istediği gibi önce işini kuracaktı. Niyesini bilmiyordu ama hep öyle istemişti kadıncağız. Bu yüzden Fiko önce işini kuracak, sonra kafası rahat gidecekti askere. Dönünce de işlerin başına geçecek, kısmetse yeni bir aşka düşüp kendi parasıyla evlenecek ve babasının ona şimdiye kadar ettiği bütün"Senden adam olmaz!" temalı lafları ona yedirecekti. Planı bu yöndeydi. Ama gelin görün ki, bir türlü işlemiyordu. Delikanlı bir yerde hata yapıyordu ama nerede?

Leblebici | bxbWhere stories live. Discover now