※28※ saçlarının arasından sabah ve yaz savrulurdu çünkü sen-

5 1 0
                                    

“Bir, iki, üüüç. Karanfil, sümbül, güüül.”

Bazen merak ederdi Eliz. Acaba hayatının dönüm noktaları olan anlarda farklı kararlar alsaydı şu anda nerede olurdu? Mühendis olma fikri örneğin. On iki yaşında iken Azkana’nın köklü teknik bilimler okulundan gelen o davet mektubuna kabul dönüşü yapmasaydı ne olurdu? Arbuz’da annesine zambak hasadında yardım edebilir ya da babası ile ünvansız mühendis-cerrahlardan olabilirdi. Ya da Arbuz’da kızılca kıyamet kopmasaydı ve ailesi tarafından altı yaşında iken Sekizkök’e gönderilmeseydi hayatında ne değişirdi? Nadir ile tanışır mıydı örneğin? Yine bu kadar fazla büyü öğrenebilir miydi?

“Dört, beş, altııı. Papatya, lale, kasımpatııı.”

Peki altı sene öncesinde, Çilde’ye olan naçiz keşfi seferine katılmak için Nadir’i ısrarlarıyla bezdirmeseydi, büyücü ustasının bininci “Hayır,” demesine bin birinci kez “Lütfen!” demeseydi neler gerçekleşirdi?

Ya da… Daha doğru soru: Altı sene önce Çilde’ye gitmeseydi neler gerçekleşmezdi?

Dengi ve zıddı olan canavarı bulamazdı. Onu tanıyamazdı. Azkana’da ölürdü. Ölmese bile yoğun ve yavan hayatına devam ederdi. Sıkıcı ve despot bir mühendisten fazlası olamazdı. Parmakları kaosa duyarlanmazdı. Renklerin ne kadar çeşitli olduğunun fark edemezdi. Güvenmeyi öğrenemez, herkesi bir kulaç mesafede tutmaya devam ederdi.

“Yedi, sekiz, dokuz, ooon. Şakayık, zakkum, limooon.”

Bulduğu canavarı kendi elleriyle öldürmemiş olurdu.

Ufak ayaklar sığ suyun üstünde çıpı çıpı koşturdu. “Baba! Baba!” diye cıvıldadı minik bir kız. “Oldu mu? Yapabildim mi?”

“Açılmış deriyi kaynaştırabildin mi?” diye sordu kızın babası. Ama sanki bir işle uğraşıyordu adam, sesi hayli kısıktı.

“Hı-hı! Hiç iz kalmadı! Su içeride kaldı.”

“Aferin kızıma. Öyleyse yapmışsındır.”

Kız cilveli cilveli kıkırdadı. O minik ayaklar yine bir o yana bir bu yana koşturdu. “Baba?” Sanki dudaklarını büzmüştü ufaklık. “Madem yaptım, öyleyse niye uyanmadı? Geçen günkü tavşanın yarasını kapattığım anda hemencecik uyanıp hoplamaya başlamıştııı!”

Adam alçak sesle kahkaha attı. “Tavşanla insan bir olur mu, söyle bakalım?”

“Şeyyyy… Olmaz mı?”

“Elbette olmaz.” Daha iri ve daha güçlü adımlar sığ suyu dövdü. “Kaynak’ı kullanmayı öğrendiğin gibi sabretmeyi de öğrenmelisin. Yoksa sahip olduğun hünerlerin anlamı kalmaz.”

Aslında yorgundu. Kemikleri sızlıyor, kasları ağrıyordu. Bedeninin her bir parçası sökülmüş, yerine takılmıştı ama dışarıda unutulmuş parçalar kalmıştı sanki. Boşluk vardı göğsünde. İçine çektiği nefes gırtlağından değil de göğsündeki delikten giriyordu sanki kanına. Biraz daha uyusa… Biraz daha yok olsa…

Ufak ayaklar bir o yana bir bu yana hopladı. “Baba? Bugün yağmur yağar mı?”

“Hmm,” Adam gökyüzüne bakmış olmalıydı. “Büyük ihtimalle yağmaz. Yıldızları örten yüksek bulutları görüyor musun? Bak, hemen şurada. Yüksek bulut yağmur taşımaz.”

Eliz gözlerini açtı. Bir kolunun üstünde yanına dönmüş pozisyondaydı ve derinliği serçe parmağını geçmeyecek sığ, tertemiz, durgun ve altın-eflatun renklerle ışıldayan suyun içinde öylece yatıyordu. Su? Doğru… Sel vurmuştu. Suyun içinde olması normaldi. Ya da zihni öyle bulanıktı ki bunu normalden sayıyordu. Parmaklarını suyun içinde oynattı. Yüzey dalgalandı ve suyun içindeki renkli parıltılar ışıldamaya başladı. Altın. Camgöbeği. Eflatun. Gümüş. Hah… Ne tuhaf. 

KEMİK VE GECEDENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin