59

5.2K 462 78
                                    

"Hadi, gidiyoruz."

Sertçe açılan kapıyla beraber içeri giren adamlara öylece hareketsiz bir şekilde baktım. Saatlerdir oradan oraya sürükleniyor, sürekli kat değiştiriyordum. Amacını sormayı defalarca denemiştim ama beni umursadıkları yoktu elbette.

Artık o kadar halsizdim ki, benim ellerimi çözüp kollarımdan tuttuklarında buna direnmiyordum bile. Buradan tek başıma kaçamazdım zaten, binadan çıkabilmiş olsam bile anayola kadar buradan baya bir yol olmalıydı, pencerelerden görebildiğim kadarıyla yalnızca bunu keşfedebilmiştim. Yani kaçmayı denersem ya ormanda kaybolurdum ya da kaybolmama fırsat vermeden beni yakalayıp hayatımın en kötü günlerini yaşatabilirlerdi, bunu biliyordum.

Bir şey demeden beni çözmelerine izin verdim. Ardından sorun çıkartmadığım için canımı acıtmadan beni sadece gideceğim yere doğru yönlendirdiler. Koridora çıktığımızda tüm korumalar etrafta koşuşturuyor, kulaklıkları aracılığıyla birileriyle konuşuyorlardı. Binaya hakim olan gürültüye ek olarak, dışarıda da birilerinin yüksek seslerle kahkaha attığını duyabiliyordum.

Hafifçe gülüp yanımdaki adama döndüm. "Bir sorun vardır umarım?"

"Ağzını açıp tek kelime daha edersen seni yine bodruma tıkarım." Cümlesini bitirir bitirmez kolumu sıkarak benim üstümdeki gücünü gösterdi. Bayanlara el kalkmaz diye bir kuralın varlığını hatırlatmalıydım belki de. "Anladın mı?"

"Neden?" diye sordum artık dayanamayıp. "Neden sürekli yer değiştiriyorum?"

"Öğrenmen çok sürmeyecek. Biraz bekle."

Kafamı iki yanıma sallayıp kendi içimde söylendikten sonra merdivenleri çıkmaya başladık.

Acaba babamın yokluğumdan haberi olmuş muydu? Olmuşsa eğer, Hyun Bi'nin ona makul bir bahane uydurmuş olması şu an için yapılmış olabilecek en mantıklı şey olurdu. Zaten yurt dışındaydı, ama bir kaç güne dönecekti. Eğer o zamana kadar ben eve dönmemiş olursam gerçekten şu an yaşadığımdan daha büyük bir sıkıntıyı eve dönünce çekerdim. Babam tüm bu Jeon meselelerini öğrenirse Seoul'den, hatta Kore'den taşınma kararı bile alabilirdi. Ah, eve dönebilirsem tabi.

Fakat, beynimin bu problemle ilgilenen kısmı devede kulak gibi kalıyordu.

Jungkook. Adi, şerefsiz Woo Jun, henüz lise öğrencisi birinden hayatını istiyordu. Şu an festivalde sahneyi alabilmek için fan topluyor, sınavlar bittiği için parti düzenliyor olması gereken bir kişi, yakında hayatından vazgeçip geçmeme kararıyla boğuşmak zorunda kalacaktı. Bunun sadece sahip olduğu her şeyi ona vermekle alakalı olmadığını biliyordum, ondan gerçek anlamda hayatını istiyordu. Jungkook'un... Ölmesini istiyordu. Beni geri verme karşılığında.

Nefes alabiliyormuş gibi hissetmiyordum.

Onu seviyordum. Onu gerçekten seviyordum, öylece bu dünyadan gitmesini... Kaldıramazdım. Benim yüzümden zarar görmesine dayanamazdım.

Geri döndüğüm zaman etrafımda dolanan bir Jungkook'un, aniden lüzumsuz anlarda bana sarılan kollarının, o paha biçilemez gülüşünün, denizin kıskanacağı o pürüzsüz sesinin yokluğu beni mahvederdi. Devam edemezdim. Onu seviyordum, çok seviyordum; onun benim yüzümden bir şeylerden vazgeçmesini istemiyordum.

Onun mezarını ziyarete gitmeyi kaldıramazdım.

Haftalar önce Tae Hyung'un bana söylediği bu cümleyi, bir gün benim de iliklerime kadar hissederek kullanacağım aklıma bile gelmezdi.

Nihayet bir odaya girdiğimizde beni öylece bırakıp kapıya doğru yürüdüler. Ellerimi iki yanıma açtım. "Ne yani, beni bağlamıyor musunuz?"

bangtan || jeon jung kookWhere stories live. Discover now