'1'

693 62 13
                                    

Paris'in küf kokan sıcak bir gecesiydi. Eski evin çevresi boştu, mal mülk sahibi bir adamın büyük evinden eğlence müzikleri ve kadın kahkahaları duyuluyordu. Birkaç çelimsiz genç yere çömelmiş, içeriyi yarım yamalak örten ince perdelerin arasından evdeki curcunayı seyrediyordu. Avellino Dubois bu civarların en ilgi çeken ismiydi, böyle rezil bir semte uğrayan tek zengin insandı. İki katlı evi yalnızca eğlenceler için kullanırdı. Her daim sinirli görünen karısı Gabriel Dubois'den gizli çevirdiği bu işlerin hala orta yaşlı kadının kulağına gitmemiş olması şaşırtıcıydı elbet.

Jeon Jungkook pencerenin önündeki yamalı koltuğuna yerleşti ve parmakları arasındaki ucuz şarabı dudaklarına götürürken sokağı izlemeye devam etti. Her zamanki gecelerdendi bu da, bir olay çıkmayacağını bildiğinden başını sarı loş sokak lambasının aydınlattığı evinin içine çevirdi. Odanın en kenarında üzeri toz olmuş ince şiltesi, üzerinde sarı kapaklı kitapları, baş ucunda sönmeye yüz tutmuş titrek mum. Karşı duvara dayalı tek kapağı kırılmış bir ahşap dolap ve içerisinden görünen renkli paltoları. Duvarlarda ucuza satın aldığı veya çöp kenarlarından topladığı soluk renkli tablolar ve sallanan büyük bir masa. Masanın üzeri karman çorman, aradığın bulunmaz. Bu basık kutu benzeri odanın devamı da heykellerle dolu. Her yerdeler onlar; köşelerde, masanın üzerinde, kapı girişlerinde ve bakıp görebileceğin her yerde. Çoğu yarım kalmış, bazıları kırılmış, bazıları hala sapasağlam. Lakin en dikkat çekicisi odanın ortasında duran yarısı yontulmuş taş parçası. Jungkook bu çalışmadan son derece umutlu çünkü az bir kısmı belli olan bedenin eli bile zarifçe kıvrılıyor, nazikçe havayı kavrıyor. Yarı aralık uzun parmaklarının arasında tek yaprağı kopmuş bir çiçek duruyor, henüz yüzü olmasa bile Jungkook kafasında muazzam bir suret yerleştiriyor heykele.

Jungkook elindeki bardağın içinden artık şarap tadı gelmediğinden yavaşça pencere kenarındaki çıkıntıya bıraktı ve gözünün önüne gelen uzun saç tutamlarını parmaklarıyla tarayıp eliyle bir at kuyruğu yaptı. Etrafa bakınıp bir toka parçası aradı ve bulunca saçlarını rastgele topladı. Koltuk kenarlarına tutunup ayağa kalkarken gözleri hâlâ odanın ortasındaki taş parçasındaydı. Aceleci olmayan adımlarla yanaştı ve taştan zarif ele parmaklarını sarıp nazikçe tutarken fildişi yapıda ellerini gezdirdi. Nazikçe karnının olması gereken yeri okşarken tam karşıdaki pencereden sıcak bir rüzgar esti. Paris'in en ünlü caddelerinden birinde büyük bir sergi açtığını düşündü. Şüphesiz ki en dikkat çeken eseri bu olurdu, şimdiden hissedebiliyordu. Fakat düşündüğü şeyler gerçeklikten öyle uzaktı ki omuzları bir anda çöküverdi. Ellerini taş parçasından çekerek köşeye doğru adımladı ve çıplak ayaklarını tozlu zeminden ayırıp bedenini şiltenin üzerine attı. Mütevazi yatağının üzerindeki yarısı okunmuş kitaplarını bir kenara dizdikten sonra başını sert yastığa koydu. Dakikalar sonra güzel heykelinin tahayyülüyle uyuya kalmıştı.

Saatler sonra genç adamı uykusundan uyandıran şey ise küçük odayı dolduran hoş bir ıslık sesiydi. Jeon Jungkook başını kaldırarak etrafına baktı, ne olduğunu anlayamamıştı. Geri yatarken duyduğu sese anlam yüklememeyi seçmişti. 

Lakin bilmediği şey ise, Afrodit'in odanın ortasındaki taşın üzerinde oturmuş, kendisini izliyor oluşuydu.

The Sculpture 'taekook'Where stories live. Discover now