Bölüm 36: Askeri Sirenler

262 36 7
                                    

Öncelikle herkese merhaba, bu bölümde şimdiden uyarmam gerekli ki ufak çaplı biyolojiye giriş yapıyorum ancak ne kadar doğru ne kadar yanlış bildiğimin de farkında değilim. Bunun hayali bir kurgu olduğunu bilerek okumanızın çok önemli bir nokta olduğunu sizlere hatırlatmak istiyorum. Lütfen bununla ilgili beni linç etmeyin!

Twitter’da beni takip etmek için: @Aydehan1

İyi okumalar dilerim.

---------------------

11. Gün/ Askeri Kamp/ Etimesgut/ Ankara

Korgeneral Rüstem Çakır sandalyesinden kalktı, elindeki bir fincan kahvesiyle birlikte her zaman oturduğu balkonda ki köşesine doğru ilerledi. Kahvesinden bir yudum aldı ve odasının hemen altında bulunan askerlerin eğitimini izlemeye koyuldu.

Yılların alışkanlığıyla suratında tek bir kıl parçasının bulunması imkansızdı. Kıyafetleri düzgün ve bakımlıydı, seyrek saçlarını sağ köşeye atmıştı. Emekli olmasına rağmen yaşanan olaylar sırasında birlikte olmasıyla birlikte tekrardan üniformasını giyen Rüstem Çakır, nadir keyifli zamanının tadını çıkartıyordu.

Kahvesinin son yudumunu içmeyi bitirmişti ki kapısı çaldı. Zamanlamanın harika olmasından ötürü Rüstem Çakır, Albayını övmeden edemedi. “İçeri gir,” diye sesledi.

Albay Rasim Gevrek içeriye girdiği anda bir kafa selamı verdi. “Komutanım, Emine Günay ve Fatih Teke istediğiniz gibi yaratıkların bedenlerini otopsi etti ve sonuçları söylemek için laboratuvarda sizleri bekliyorlar.”

Rüstem Çakır kafasını salladı ve odanın içinde bir tur yürüdü. Eşyalarını çantasına yerleştiren Rüstem, tabancasını beline yerleştirdi ve tüm eşyalarının yanında olduğundan emin olduktan sonra kapıya doğru yöneldi.

Rüstem Çakır ve Rasim Gevrek’i bekleyen arazi aracı ikiliyi gördüğü anda çalışmaya hazır hale geldi. Aracı süren asker bu on bir günün ardından iki komutanın aracını sürmeye alışmıştı ve ne yapması gerektiğini çok iyi bilir haldeydi.

“Laboratuvara geri sür asker.”

“Emredersiniz komutanım!”

İkili bu süre zarfında pek fazla konuşmadı. Rüstem’in de fazla konuşacak bir şeyi yoktu. Kafasında bu yaratıklardan nasıl kurtulacağını ya da nasıl insanları tedavi edeceğini düşünmeye başlamıştı. İki farklı plan da onun isteği şekillerde ilerlerse kazanma şansının olduğunu düşünüyordu.

Laboratuvarın önüne gelen iki komutan, girişin önünde duran iki askerin sert ve resmi selamına kafa selamı vererek binanın içine doğru ilerledi. Laboratuvar oldukça küçük bir odadan ibaret olsa da içindeki araştırmacıların hayatı çok değerli olduğu için Rüstem bütün binayı askerlerle konuşlandırmıştı. Olası bir tehlikede iki araştırmacıyı korumak belki de tüm insanlığı korumakla birdi.

Odanın kapısı açıldığında Emine Günay kafasını kaldırdı, “Ah Rüstem Bey hoş geldiniz! Bizde tam sizi bekliyorduk,”

Rüstem Çakır kafasını salladı, “Bana söylenene göre araştırmalarınızın sonuna gelmiş bulunuyorsunuz değil mi?”

Emine Günay kafasını salladı, çıplak ellerine plastik bir eldiven geçirdi. Ardından da Fatih Teke’nin de aynı işlemi yapması için bekledi. Fatih Teke tıpkı geçen sefer olduğu gibi Rüstem Çakır’ı gördüğü anda bir boşluğun içine kaydı, ancak hemen sonrasında kendisini toplamayı başardı. Ellerine hızla bir eldiven geçirdi ve iki araştırmacının yönlendirmesiyle Rüstem Çakır ve Rasim Gevrek binanın başka bir bölgesine doğru ilerlemeye başladı.

Yol boyunca civardaki askerlerin hepsi iki komutana selam veriyordu. Özellikle Rüstem Çakır’a baktıklarında soğuk bir ter sırtlarından aşağıya iniyordu. Bunun sebebiyse; Rüstem Çakır’ın emri altındaki tüm askerlerine cehenneme benzeyen eğitimler vermesiydi. Eğitim bir çok askerin hayatını kurtarmış olsa da bir yandan da bu çocukları yaşındaki askerlerin ruhsal dengesini bozuyordu. Ancak; Rüstem Çakır için bu askerlerin ruhsal dengesi pek de önemli değildi. Onun için askerlerin hayatta kalması ve onun planlarında daha iyi bir rol oynaması çok daha öncelikliydi. Sonuçta bu askerlerin korudukları bir yerli halk şuan içlerinde dolaşıyordu. Yerli halkı koruyamadıktan sonra askerlerin ne anlamı kalırdı ki?

Bir soğuk hava deposunun içine giren dörtlü, girişin içinde asılı duran hazmat kıyafetlere baktı. “Rüstem Bey, önceliğimizin kendi güvenliğimiz olduğunu bilmenizi isterim. Bu yüzden bu kıyafetleri giyin.”

Rüstem anlayışla kafasını salladı, sonuçta bunların ne için yaratıldıklarını biliyordu ve giymezlerse en ufak bir sıkıntı da tıpkı öldürdükleri canavarlardan birisi olacağının da farkındaydı.

Herkes kıyafetlerini giydiğinde ikinci kapı açıldı ve ikinci kapıda zincirlerle sabitlenmiş halde duran iki zombi çığlık atarak yeni gelen insanlara saldırmaya çalıştı.

Zombilerin her ikisinin de iç organları karınları yarılarak dışarıya çıkartılmıştı. Rüstem bunu gördüğünde yaradana dua etmekten başka bir şey yapamadı. Bu haldeyken hala bu kadar enerjik olabilmelerine şaşkınlıkla bakıyordu.

“Gördüğünüz gibi komutanım! Bu canlıların farklı bir vücut yapısı var.”

Rüstem kullandığı söylem karşısında şaşırdı ve tek kaşını kaldırıp “Canlıların?” diye sordu.

Fatih’in kullandığı kelimeyi, Emine Günay derin bir nefes alarak açıklamaya başladı. “Rüstem Bey, demek istediği şey aslında; bu insanların artık insan görünümlü bambaşka bir canlıya dönüşmüş olması.”

Ardından erkek zombinin yarık karnına elini daldırdı ve bir bağırsak parçasını dışarıya doğru sürükledi. “Bu yaratıkların acı duygusu sıfır ve düşünme kapasiteleri aşırı sınırlı. Bunu test etmemiz için daha iyi cihazlar lazıma ama ilk testler sırasında beyinlerinin büyük bir kısmının ölü olduğunu fark ettik.

Bununla da kalmayarak, beyin ölü olduğu için nasıl hayatta kaldıklarını araştırdık ve aslında beyin sapının hala aktif olduğunu anladık. Bu da aslında bu yaratıkların hayvanlardan dahi aciz bir yaratık türü olduğunu bizlere kanıtladı.

Bir diğer deneyimiz de bu yaratıkların nasıl hayatta kalmaya devam ettikleri oldu. Gördüğünüz gibi karnını yardığımızda insanlardaki gibi normal iç organlar bekliyorduk ancak hiç de öyle düşündüğümüz gibi olmadı.”

Rüstem dedikleri karşısında şaşırdı, “Nasıl yani bu insanların iç organları farklı olduğu için mi bu haldeler?”

Emine Günay, Rüstem Çakırı karşısında kısa bir süre afalladı ve sonrasında olumsuz anlamında kafasını salladı. “Durum böyle değil, kanlarını ve çeşitli organların doku yapılarını, hücrelerini gözlemlediğimizde bu hücrelerin insan hücrelerine benzerlikleri kaçınılmaz olsa da tam anlamıyla benzemediğini bulduk. Bir çeşit virüs gibi dışarıdan gelen bir etkenle birlikte vücutları değişmiş durumdaydı ve bunun için en geçerli sebep de o gece yağan kan rengindeki kardan başkası olamaz.”

Rüstem Çakır derin bir nefes aldı. Söylenenlerin hepsini sindirmeye çalışıyordu. “O halde neden bu yaratıklar hala yaşamaya devam edebiliyor?”

Emine Günay, bir süre önündeki iki zombiye doğru baktı. “Bedenleri o kadar çok dönüşümden geçmiş durumda ki, organlarının çalışma sistemi çok farklı bir düzeye ulaştı. Şöyle söylememe izin ver, normal bir insanı kalbinden bıçaklarsan ölür değil mi?”

İki komutan hemfikir olarak kafasını salladı.

“Bunun sebebi kalbin kirli kanı akciğerlere pompalayarak oksijenle temizlemesi olayının durmasından ötürüdür. Kan pompalanmadığı içinde insanlar ölür ancak bu durum bu yaratıklar için geçerli değil, öncelikle kalp ne kadar bıçaklanırsa bıçaklansın önemli değildir çünkü atmayı zaten çoktan bırakmıştır. Bu da aslında kanın hiç bir zaman temizlenmeye ihtiyaç duymadığını anlamamıza yardımcı oluyor.

Bir başka durumda hücresel olarak ortaya çıkıyor. İnsanların enerji ihtiyacını ortaya çıkartan mitokondri bu yaratıklarda aşırı çalışıyor ve normalde insanın fazla enerjiden kısa sürede ölmesi gerekliyken, mutasyona uğramış mitokondri asla ölmüyor. Sürekli olarak enerji üretmeye devam ediyor.”

İç organların çoğu çalışmayı bıraktığı için de bu yaratıkların ölmesi neredeyse imkansız hale geliyor fakat; bu söylediklerim bir şekilde bu yaratıkların beyin sapına karşı imkansız hale geliyor. Az önce söylediği gibi beyinleri ölü olmasına rağmen çok az da olsa beyinin sinirleri sayesinde bedenin hareket etmesine olanak sağlıyor ve ilginç bir şekilde buradaki mitokondri diğerleri gibi çalışmıyor. Tıpkı normal insanlar gibi çalışmaya devam ediyor ve emri veren yapıyı ortadan kaldırdığımızda yaratık anında ölüyor.”

Derin bir nefes alan Emine Günay, ardından eline aldığı çiviyi çekiçle birlikte zombinin ense köküne çaktı. Ensesine doğru çakılan çivi tek seferde zombinin kafasına girdi. Sonrasında zombiden bir başka hırıltı duyulamadı.

“Gördüğün gibi bir başka örneğimiz de bu yaratıkların iskelet yapısının normal insanlara göre çok daha zayıf olması. Ancak bunu acı hissetmedikleri için güçlü kaslarıyla telafi edebiliyorlar.”

“Peki bir tedavi imkanı var mı?”

Rüstem Çakır’ın sorusuna karşı Emine Günay çaresiz bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Şuan ki mevcut teknolojiyle insan vücudunu baştan sona değiştirmek mümkün değil ve mümkün olsa bile bu kadar bozulmuş düzeydeki vücut yapısını tekrar eski haline getirmek neredeyse imkansız.”

Rüstem Çakır bunu duyduğunda kaşlarını çattı ve arabadayken yaptığı planların birisinin hemen diskalifiye olduğunu fark etti. Yapabilecekleri tek şey sadece bu yaratıkları öldürmeye devam etmekti.

Rüstem Çakır, askeri sirenler çaldığında düşüncelerinden kurtuldu. “Neler oluyor!” diye kükredi. Hemen laboratuvardan dışarıya çıktı ve üstündeki hazmat kıyafetleri çöpe atar gibi çıkardı.

Yanından geçen bir askeri iki yakasından yakaladı. “Neler oluyor asker!” diye kükrercesine bağırdı.

Asker panikledi, korkmuş suratıyla birlikte ne diyeceğini bir süre bilemedi. Sonrasında daha fazla dayanamadı ve “CANAVAR! CANAVAR SALDIRIYOR KOMUTANIM!” diye çığlık attı.

Yanına gelen Albay Rasim Gevrek ve iki araştırmacı kafalarında soru işaretleriyle askere bakmaya başladı.

Hayatta Kalmanın Altın YoluWhere stories live. Discover now