4.1

452 57 25
                                    

2020 Ocak

Kader diye bir bahanesi vardır insanların. Yapmaktan korktukları, kaçtıkları her şey için bu kelimeyi öne sürerler. Sevgilerine sahip çıkamaz, yollarımızı kader ayırdı derler bu insanlar mesela. Hiçbir şey için çabalayamaz ama lafa geldiğinde alnımıza böyle yazılmış diyerek içten içe kendilerini aklamayı denerler. Sorsanız iki kelimeyi bir araya getiremez ama başarısızlıklarının ardına yine kader kelimesini kullanarak saklanırlar. Zamanla buna o kadar alışırlar ki kendileri bile uydurdukları kavrama inanır hale gelirler.

Kader...

Bu kelimeyi öylesine kullansam da hiçbir zaman hiçbir şeyi kadere bağlamamıştım ben. Eskiden, yıllar önce yumuşak huyları olan kendi halinde bir delikanlıyken şimdi sahip olduğum konumun kaderle uzaktan yakından bir alakası yoktu. Her şeyi ben istemiştim. Ilgım kendi iradesiyle öldürmüştü Atakan'ı, ben kendi rızamla bu şehirden çıkıp gitmiştim. Yanlışsa yanlıştı, ölümcülse ölümcüldü ama hiçbir şey bunun kendi fiillerimizin sonucu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Kader karşımıza insanlar çıkarırdı yalnızca. O insanları sevmek ya da onlardan nefret etmek bizim elimizdeydi. İster onları hayatımıza alır istersek de onları o hayatın ta kendisi haline çevirirdik. Ilgım benim hayatımın merkezi olurken kaderle hiçbir ilgisi yoktu bu işin. Seviyordum onu, gençliğimin ortasında onun aşkıyla yanıo tutuşuyordum ve onu tüm dünyam haline bizzat ben getirmiştim. Belki de bu yüzden yollarımız ayrıldığında dünyam kararmıştı benim de. Çünkü ben kendi ellerimle hayatımdan vazgeçmiştim.

Derin bir nefes alarak önümdeki suya bakarken ellerim cebimdeydi. Hava karanlıktı ve ben ay ışığının altında öylece dikilirken aklım bambaşka yerlerdeydi.

Ilgım'ın ailesinin yanından döndükten sonra otele gelmiştim aynı gün. Şimdiyse hava kararmış, güneş yerini aya bırakmıştı. Ay, suya yansıyordu tüm kusursuzluğuyla. Öyle afilli tanımlar bilmezdim ben ama bu manzarayı tanımlamak gerekirse güzelliği bana Ilgım'ı anımsatıyordu. En az onun kadar duru ve güzeldi. Ama biliyordum, yakamoz göz alıcı olsa da ona dokunmak için suya girdiğimde beni boğardı. Ilgım gibi.

Omzumda bir el hissettiğimde başımı çevirip baktım. Bu, Pelin'di. Ona tebessüm ederek önüme dönerken o da yanıma geldi. Usulca başını omzuma yasladığında gözlerimi kapattım. "Sormayacağım," diye mırıldandı. "Sessizliğine saygı duyacağım Atlas."

"Teşekkür ederim."

Başını kaldırdı. Üşüyor gibiydi. Ceketimi çıkarıp omzuna astım ve yeniden az önceki pozisyonuma döndüm. "Bir şey sormama izin ver ama," dedi. Ona baktım göz ucuyla. "Ne zaman İstanbul'a dönüyoruz?"

Duyduğum soruyla günlerdir kendimi oyaladığım gerçek tüm sertliğiyle bir tokat gibi indi hüzüme. Davalarımın tümü İstanbul'daydı ve sekreterim müvekkilerimin bana ulaşamadığında sürekli büroyu aradığını, telefonların susmadığını söylemişti. Pelin'in ailesi İstanbul'da bizim tatilimizin bitmesini bekliyordu. Döner dönmez Pelin yoğun bir hazırlığa girmek zorundaydı ve onun arkadaşı, Tuna'nın eşinin adaşı olan Hande de sabırsızca Pelin'i çağırıyordu. Şunun şurasında yirmi günden az kalmıştı düğünümüze ama ben on gündür buradaydım ve o kadar alışmıştım ki bu şehre yeniden, İstanbul'a dönesim gelmiyordu. Belki yanlıştı ama yıllar önceki gibi, dostlarım buradaydı benim. Eksiktik ama yine de kalanlar olarak bir araydık. Onları öyle özlemiştim ki onlardan kopasım gelmiyordu. Bugün ocağın yirmi yedisi bitmişti. Neredeyse bir aydır Eskişehir'deydim ve daha fazla burada oyalanamazdım, biliyordum. Şubatın on dördünde nikahım vardı. Kulağa inanılmaz geliyordu ama durum bundan ibaretti.

"Sıkıldın mı?" diye kaçamak bir soru sordum.

Pelin gülümsedi. "Eh, sevgilim benimle ilgilenmediği için biraz sıkıldığım doğru ama daha önemli bir neden de var, biliyorsun: Evliliğimiz."

İki Sıfır Sonsuz EderWhere stories live. Discover now