birinci bölüm | dermiş hep, aşklar yalan

983 34 15
                                    

"Bu olanların hiçbirini görmedin."

Görmüştüm ama. İki gözümün önünde daha beş dakika öncesine kadar damarlarında kan akışının sorunsuzca devam ettiği, senin benim gibi kalbinin dur duraksız kan pompaladığı, hareket halindeki bedenini capcanlı bir derinin sarmaladığı organizmanın nasıl da -çok affedersiniz- bok çuvalı gibi kanlar içinde, bir kısmını kırmızıya boyadığı kuru otların arasında öylece sere serpe durduğunu görmüştüm. Hepsine bizzat tanık olmuştum, olmuştuk. Dilim tutulmuş, sanki zavallı adamın katili benmişçesine derin bir suçluluk duygusuyla dakikalardır burada dikiliyordum. Gözüm, kanlı bedenden başka bir şey göremez olmuştu. Her yer kapkaranlıktı da gözüm sadece o bedeni görüyor, beynim sadece o bedenin artık sopsoğuk olduğu gerçeğini algılayabiliyordu sanki. Keşke diyordum, keşke en azından bugün evde azıcık daha göt büyütseydim de şu yoldan geçmeseydim. Nasıl bir durumun ortasında kaldığımı düşündükçe ellerim zangır zangır titriyordu. Kontrol edebilmek, ihtimal dahilinde bile değildi. Tam olarak neyin beni bu kadar şok ettiğini bile anlayamaz haldeydim. Hiçbir suçum yoktu. Haftanın yedi günü, -bir gün sekiz parçaya ayrılmasından korktuğum- paslı bisikletimle arşınladığım o yoldan geçiyordum ve bir cinayete tanık olmuştum. Gerçi buna tanık olmak da denmezdi; bu sadece dizinin final bölümünün son beş dakikasını yakalamak gibi bir şeydi. Dizinin konusunu kestiremiyordum. Fakat finaline şahit olmak hiç hoşuma gitmemişti. Ayrıca katili gözümün ucuyla bile görememiştim. İhbar edebileceğim birisi ya da birileri yoktu.

"Duyuyor musun beni? Sana diyorum, aptal." Yanımdaki oğlan çocuğu beni kendime getirmek adına birkaç kez sıska bedenimi sallayıp kulağımı dolduran tok sesiyle bir şeyler zırvalamış olsa da kendime gelmek düşündüğümden daha güç olacak gibiydi. Onun nereden çıkıp da, yanıma ne ara geldiğini bile tam olarak anımsıyor sayılmazdım.

"Bana bak." Sesi kulağıma halen boğukça geliyordu. "Sana diyorum,"

Bu sefer sesi daha gür çıktı. Keskin ikazıyla sonunda başımı çevirip yüzüne bakabilmiştim. Yeşil gözleri endişe ve korkudan alev almış gibiydi. En azından ortasına düşüverdiğimiz bu sikimsonik duruma nazaran benden daha soğukkanlı davranabiliyordu. Ayrıca boyu gereksiz derecede uzundu. Slenderman gibi bir şeydi. İlk defa bu kadar uzun boylu bir insan görüyordum.

"Eğer ikimizin ya da ikimizden birinin bu olaya şahit olduğu öğrenilirse başımızı ağrıtırlar. Görmemiş gibi yapmaktan başka çaremiz yok. Bu yol, işlek olur. Çok geçmeden kasabalılardan biri durumu fark edip jandarma çağıracak. Cinayet şüphelisi olarak mahkemeye çıkmak istiyorsan sen kalabilirsin burada. Ben gidiyorum."

Öğle saatleriydi. Hafta sonları bu saatlerde evden çıkıp şehre iner, en büyük ağabeyime yardımcı olmak için babamın dükkanına giderdim. Bu kasabada yakın olduğum, olur olmadık bütün sırlarımı paylaştığım, ara sıra tatlı kavgalar ettiğim ya da 'sana öyle bir kurban olurum ki' diyebilecek kadar sevip değer verdiğim tek insan evladı yoktu. On yedi yaşında benim kadar yalnız bir başka ergen daha var mıydı yeryüzünde, merak ediyordum doğrusu. Hafta içleri okuldan eve, evden okula mekik dokumakla geçiyordu. O kadar yalnızdım ki okula gitmek yerine şehrin popüler internet kafesinde birlikte son sürat dondurma yalayarak bir iki liraya kendisiyle iki el oyun atacak bir arkadaşım bile yoktu. Yaklaşık iki hafta sonra on sekizime girecek olmamın haklı gururunu, -sanki reşit olanın sikine törenle madalya takıyorlardı da- mantıksal bir taraf taşımayan heyecanını, gereksiz özgürlük düşkünlüğünü ya da özgüvenini yaşayamıyordum. Yaşıtlarım gibi sosyal bir hayatım, aileden gizli alınan madde, sigara veya alkol kaçamaklarım, -ki şu uyuşturucu pazarlama işini iyi yürüten birkaç isim kulağıma gelmiyor değildi, istesem gayet de kullanır, bir köşede sabahlara kadar umarsızca patlardım yani- bağımlısı olup da günümün üçte birini feda ettiğim bilgisayar oyunlarım ya da hesabından korkmadığım arsız günahlarım hiçbir zaman olmamıştı. -Arada bir okul asmak, bildiğim kadarıyla günahtan sayılmıyordu.- Büyük büyük dedemden kalma, sikintirik bir kasabanın sınırlarında bulunan, tavanının rutubetten soyuldukça soyulduğu, önünden geçene 'ben cinliyim, bana gelme' imajı yaratan, üflesen uçacak cinste mutfak dolaplarının asılı olduğu, hatır için ayakta duran çift katlı evinde hanım evladı gibi tüm gün koltuğun üzerinde kıçım eskiyene kadar sabah programları izlemeye ya da ev halkının saatler süren yerli yersiz kavgalarına şahit olmaya bayılmıyordum. Hayır, kesinlikle hayal ettiğim ve ait hissettiğim yer tam olarak burası değildi.

Annemi severdim, fena kadın sayılmazdı. Babamla ve diğer üç ağabeyimle menfaat ve para üzerine kurulu mesafelisinden bir ilişki yürütüyordum. Çok bayılıyor değildim. Onlar da pek sevecen davranmıyorlardı her zaman bana karşı. Erkek kardeşim ise ailenin en geri zekalı bireyi olarak sabrımın sınırlarını zorlamaktan başka bir halta yaramıyordu. "Keşke," diyordum, "keşke o gün o odayı yanlışlıkla bassaydım da böyle bir enkaz meydana gelmeseydi." Vatana millete ödeyecek borcumuz olmazdı en azından.

Kalabalık bir aile oluşumuzdan ötürü, anne-babamızın sevgisi beşe bölündüğü için hepimiz biraz yarım kalmıştık. -O küçük piç hiçbir şeyi hak etmiyordu gerçi. Sevginin en büyük paydası onundu çünkü, hepimiz farkındaydık bunun ama şikayetçi olan tek kişi bendim.-

O ailede hepimizin sofrada oturduğu bir günde, olur olmadık bir anda -ki gündelik hayatta öyle bir ânımız çok nadir oluveriyordu- hayallerimden bahsetmeye bile hakkım var mıydı, bilemiyordum. Büyümek zorunda bırakıldığım bu evde derdimi dinleyen de yoktu, kurduğum hayalleri de. Ben de asla birilerinin hayallerine kulak kabartmış sayılmazdım.

Avukat olmak istiyordum. Bu, senelerimi alacak olsa bile başarmak istediğim tek bir hayalim vardı. Okula gitmek bile haftanın beş günü yaşadığım bir zulümken bir de utanmadan üniversite hayalleri kuruyordum.

Avukat olacak, bu sikik yerden topuklarımı vura vura kaçacak, -ardına bakan en adi orospu çocuğu olsun- bu kasabadan en az 500 kilometre uzaklıkta bir metropolde afilisinden bir büro açacak, paşalar gibi işimi yapacaktım. Lüks bir villada yaşayıp eve asla iş getirmeyen, iki zıt karakteri tek bedende toplayan, gündüzleri mahkeme salonlarında mağdur savunup, geceleri en güzel kadınları ve en yakışıklı erkekleri yatağında mağlup eden,
-dayandı bıçak kemiğe tabii- ülkenin en playboy ama en de mülayim avukatı olacaktım. Gazetelerde her hafta benim için en az üç gazete yaprağı ayrılacaktı. Birkaç sene sonra yeterince günaha batmışken haftanın yedi günü üstümden çıkmayacak jilet gibi bir takım elbiseyle -aynısından birkaç tanesine daha sahip olmam şart bu arada- özel ve cinsel hayatımı hiç olmadığı kadar diri tutacak, randevudan randevuya koşacaktım. Gözü yükseklerde, burnu dik, isteyen değil de istenen, peşinden koşan değil de; koşturan birine dönüşüp kimseye minnet etmeyecektim. Tekerlekli bir döner sandalyem olacaktı ve zamanında bana orada burada zorbalık etmiş insanlar, boklu bir yola girdikleri için bana muhtaç kalıp ayağıma geldiklerinde 'bir zamanlar fakir, ama gururlu bir genç vardı, hatırlar mısın orospu evladı?' klişesini yaşatacaktım onlara. On yedi yaşında, henüz hormonlarını bile kontrol edemeyen bir ergene göre fazla cüretkar konuştuğumun pekala farkındaydım. Fakat sözlerimin ne parasını ne de hesabını verecek değildim ya. Etrafımdaki herkesin ve hakkımdaki görüşlerinin, iki yıldır -evet, on beş yaşında keşfetmiştim ilk kez- elimi tatmin etmekten başka bir boka yaramayan sikime kadar yolu vardı.

Her nasılsa yolun sonunda -kesinlikle yolun sonuna gelmiş, hayatımın dibini sıyırmıştım- hepsi birer hayal olarak gözlerimi kapattığım anda beliren o sonsuz karanlıkta kalakaldı. Ne o dubleks villalar, ne güzel kadınlar ne de metropoller benim için orada bir yerlerde bekliyorlardı. Belki çok büyük atıp, çok da büyük konuşmanın bedeliydi bu. Hayatın sillesiydi ya da karmadan ibaretti başıma gelen her şey sadece, artık ne derseniz deyin. Ben, içinde bulunduğum duruma 'yarrağı yedin, cemal' diyordum. Yarrağı yedin.

Yemiştim çünkü hayatım yirmi dört saat içerisinde bok çukuruna devrilmişti.

Bir iki güne kadar on yedi yaşındaydım. Kısa ömrümde ilk defa biriyle kalp çarpıntısının ne demek olduğunu deneyimlemiştim.

Hak etmediğim bir sonla cezalandırılmıştım ve on sekizime henüz basmıştım.

muerto | cembarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin