dördüncü bölüm | dönme ey meczup, uyan

337 28 23
                                    

"Bundan sonra tek başınasın." Boğazını sıkan kravatı birkaç hamleyle bollaştırdığında kırılacak kadar sıktığı dişleriyle tehditkar bir şekilde konuşmuştu. Sanki bunca zaman arkamda durmuştu da, bir de bunları söylüyordu utanmadan.

Birkaç kez salonun ortasında volta atıp, masanın üzerinde yarım kalmış votkasından hızlı bir yudum aldıktan sonra belli belirsiz söylendi. "Yediğin bokları sen temizleyeceksin."

Bitmiştim. Bunun böyle sonuçlanacağını bir kez bile hayal etmemiştim, aklımın ucundan geçmemişti. Beynimin içerisinde vurdumduymaz oluşuma bir öz eleştiride bulunmak üzereyken sorunun karakterimde olmadığı gerçeğinin farkına vardım ve bu his hiç hoşuma gitmemişti.

"Temizleyeceğim, baba. Tek başıma temizleyeceğim."

-

Uzun çocuğun önce kendi evinde beni yanlışlıkla yaralayıp, sonrasında kibarca yaralarımı sarmasının üzerinden dört gün geçmişti. Ara ara halen ev ahalisinin akşam 8 dedikodularına konuk olan malum olayın üzerinden bir hafta çoktan geçmiş, reşit olmama da kutsal bir yedi gün kalmıştı. Bu yaşıma kadar doğum günüm için heyecanlanıp planlar yaptığımı pek hatırlamıyordum ama nedense bu yıl, diğer tüm yıllardan bir tık daha heyecan verici olacak gibiydi. Beklentilerim yüksekti, on sekiz oluyordum ve bu sefer evde annemin yaptığı bisküvili pastanın üzerinde geçen yıldan kalma yana yana yarıya inmiş mumu üflemek yerine, Barış'ın dört gün önce gidip kanlı -gerçekten kanlı- canlı şahit olduğum o seksi malikanesinde, on iki katlı pastanın -tamam, burası benim hayal gücümün bir ürünü- üstündeki hiç üflenmemiş taze mumları üfleyecektim. Yeterince heyecan vericiydi.

Barış demişken, birkaç günlüğüne kendi şehrine dönmek zorunda olduğunu, çünkü kız kardeşinin okulundaki toplantıya veli olarak gitmesi gerektiğini söylemişti. Annesi meşgul bir iş kadını olduğu için bir ayın yirmi günü farklı ülkelere iş seyahatlerine çıkıyormuş. Babası ise ne yazık ki kız kardeşi çok küçükken bunları karı kız ayağına terk edip gitmiş. Barış kadar lüks bir hayata sahip olmak için birtakım zorluklardan geçip kaderin okkalı tokatını yanağında hissetmek gerekiyordu sanırım. En azından dizilerde bu hep böyleydi. Şu sıralar hızlı bir şekilde hayatıma dikey giriş yapmış ve kısa sürede can ciğer oluverdiğim birinin de her gün dizilerde izlediğim hayatlardan birini yaşadığına şahit olmak beni biraz üzmüştü. Neyse ki uzun boylu oğlan çocuğu bunları çoktan atlatmış gibiydi. Düşündüğümden daha güçlü bir karakteri olduğunu, bana hayat hikayesini başı koltuğa yaslıyken ve gözleri yarı kapalıyken anlattığında anlamıştım.

Dört gün önce, yürü yürü bitmeyen o malikanede -bu boklu kasabada böyle bir ev olduğunu bile şu çocuk sayesinde öğrenmiştim- yaşanmış birkaç romantik dakikanın ardından Barış beni odasına çıkarmış, kullanmadığı bir telefonu elime tutuşturmuştu. Ne diyeceğimi bilemez bir halde bir telefona, bir de uzun boylu çocuğa bakarken -ya da bakmaya çalışırken- Barış tebessüm edip saçlarımı tek eliyle karıştırmıştı.

"Telefon kullanmamanın kendi tercihin olduğunu biliyorum ama sana istediğim her an ulaşıp sesini duymak da benim tercihim." Düşündüğümde daha iyi söz sanatı yapıyordu. Cümlelerinin içinin ne kadar boş ya da dolu olduğunu umursamadan istemsizce ben de gülümsemiştim çünkü kim olsa hoşuna giderdi. "Umarım tercihime saygı duyarsın."

Tüm bu güzel sözlerin ardından telefonu kabul etmemek ya da velinimetimin tercihine saygı duymamak aptallık olurdu sanırım. Eğer almasaydım pişmanlığını fazlaca yaşayabilirdim çünkü dört gün boyunca hiçbir şekilde iletişime geçemeyecektik. Neyse ki Barış ve zengin ailesi sayesinde bu soruna da geçici bir çözüm bulabilmiştik. Barış, kasabaya döner dönmez ona bu telefonu geri teslim edecektim. Hem böyle bir hediyeyi temelli olarak kabul edemezdim, hem de ağabeylerim elime gökten bir telefon geçtiğini anladıkları anda götveren muamelesine maruz bırakırlardı beni. Bir avuç kasabada birine göt verebilme ihtimalim de ayrı bir mevzuydu tabii.

muerto | cembarWhere stories live. Discover now