bakışından belli gözlerinin ağrısı.

149 43 18
                                    

gün ağarıyordu. sıla, gözlerini açtığı vâkit, saat altıyı yeni buluyordu. sırtını dikleştirip, duvara yaslandı usulca. ellerini birleştirip, parmaklarına baktı saatlerce. güneş sıla'nın penceresinin hizasına düşüyordu. gözlerini penceresine değindirdi. ne kadar da çok seviyordu pencereleri. tebessüm etti. âli'ni düşünerek uyumuş, âli'ni düşünerek uyanmıştı ya..içi kıpır kıpırdı.

sıla yaşamında ilk defa avuçlarında görünmez bir gülle uyanmıştı güne.

doğrulduğunda eskimiş, kahverengi uzun boy aynasının karşısına geçti. saçlarını açmıştı. kıvır kıvırlardı. sırtına doğru sallandırdığında fazlaca uzun olduğunu gördü. “olsun,” dedi aynadaki âksine, “olsun, toplamayacağım bundan sonra, gören görsün.”

hafifçe gülümseyip, üzerini değiştirdiğinde saat sekizi buluyordu. “anacığım,” diyerek annesini öperek uyandırdı sabahın büyük neşesiyle. günün en sevdiği saatleri bir sabah, bir de akşam saatleriydi.

günortalarda kendini tenhâ hissederdi, içine apansız bir kötümserlik yayılır, yüzündeki tebessüm solurdu.

âli ile tanıştığından beri günortaları da gülümser olmuştu. ne tuhaftı oysa, onu görünce içinde bir ağrı, bir sevinç yeşeriyordu. tezattı kendine. tezattı âli'ye. fakat biliyordu, oturup ağlanırsa bir adamın güzelliğine- oturur ağlardı, âli'nin ellerine.

âli'nin elleri uzun bir yoldan sağ sâlim dönmek, yetişmek, gecikmemek gibiydi.

“yetişmek, senin neyine?” diyordu kendine, “yetişmek senin neyine, ha sıla?”

akşam vâkti düştüğünde boncuğu kucaklayıp, yanına bir şiir kitabı aldı. altını çizdiği, usul usul parmaklarını üzerinde gezdirdiği bir şiir kitabı. doğrusu, daha kirli ağustos'u vermemişti âli'ye, fakat âli de ona uzatmamıştı kitabını. birbirlerinde birbirlerine ait şiir kitapları taşırlardı ve bundan hoşnutlardı.

sıla tebessüm etti, dağın yamacına yakınlaştığında onu gördü. boncuğu kucağından yere bırakır bırakmaz, kedi dört ayağının üzerinde koşarak âli'nin kucağına atladı.

âli ilk defa sıla'nın önünde öylesine içten güldü. kenardan izledi durdu, âli kedini okşadı, bağrına sıkıp gözlerini sıla'ya değdirdi.

sıla, bir kenarda gözlerini âli ile boncuğa dikmiş duruyordu.

kollarını koynunda toplamıştı. saçları belinedeğin iniyordu. rüzgâr dalgalı saçlarına çarpıyor, yüzüne gözüne iliştiriyordu. üzerinde güllü, uzun bir etek vardı. ayakkabıları eskimiş, çamur içinde kalmışlardı fakat sıla örtmeyi başarmıştı bir şekilde. 
âli'nin gözleri ile buluşunca, kocaman bir sevgi ile gülümsedi. âli'nin yüzündeki gülümseme de derinleşti onu görünce.

yavaş adımlarla âli'nin yanına geldiğinde, âli, kucağında tuttuğu kediyi yere saldı usulca. sıla da elindeki kitabı biraz ötesindeki kayaya bırakıp, ellerini eteğinin üzerinde topladı. bakışlarını ellerinden ayırmıyordu, çünkü âli'nin güzel gözleri de sıla'nın yüzünden ayrılmıyordu.

yüzünü ansızın döndüğü vâkit, âli de bozguna uğrayıp kaçırdı hemen gözlerini. yutkundu iki üç defa. âli'nin omuzları çökmüş, omurgası dikliğini yitirmişdi sanki.

sessizlik sürüyordu uzunca, âli suskunluğu bozduğunda “sıla,” dedi, “yorgunluğumu şuraya avuçlarına bıraksam, taşır mısın ellerinde?”

“biliyor musun âli,” dedi sıla usulca gözlerini âli'nin yüzünde gezdirirken, “bakışından, gülüşünden belli sırtında yığılan yorgunluk.” tebessüm etti, dudakları yana kıvrılınca hafif, âli'nin içi gitti. “âli,” dedi, âli'nin içini bir kez daha içine çekerek, “yaslasana başını dizime, sana yorgunluğun gözlerde ağrı biriktirmediği günlerden bahsedeceğim.”

üç mart,
iki min iyirmi bir,
23:23/7

susmak, mevzu âli olunca sıla'nın ellerini ağrıtıyordu.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin