seni uçurumun kenarında tutunduğum dal bildim.

245 42 55
                                    

ve nicedir silâh sesleri boğuyor
bu dünyanın en güzel sözlerini.

“bana bir gününü...arğaman ede bilir misin?” diye sordu âli, hafiften titreyen sesine aldırmadan.

sıla usulca uzanıp âli'nin elini eline kenetledi. “âli..” dedi, yutkundu usulca, boğazında düğümlenen bir ağrı hissetti. gözlerini yere indirip, ikisinin de yırtık yamuk düzeltilmiş ayakkabılarına baktı.

“biliyor musun,” dedi evvelâ, “ben sana daha çiçeği yeşermemiş, açmamış, taptaze bir ömür veremem. fakat anladım ki, sen istesen de istemesen de, bu solmaya yüz tutan ömrümün geri kalanı senindir âli. ömrümü ömrüne pay biçmeye hazırken, elimi bırakmış, gözlerini doldurmuş nereye gidiyorsun sen, ha?”

âli baktı baktı..derin bir iç çekti. bir daha kucakladı sıla'nı. bu kez daha kuvvetliydi. sanki içindeki tüm gücü bedeninden sökülmüş ve ona karışmak için varolmuştu. farkında olmadan titreyen ellerine baktı. içi de, elleri gibi öylesine titriyordu, öylesine titriyordu ki, bir anlığına tüm varlığının kollarının arasında çiçek gibi yeşeren kadına karıştığını düşündü.

ayrıldıklarında, âli iki elini de sıla'nın kıpkırmızı kesilmiş yüzüne yerleştirdi. biraz eğilip, gözlerinin en içine baktı.

yüzlerinin hizasının bu kadar yakın olması, o anlığına ikisinin de nefesini keseceği yerde, ikisinin de gözünden bir damla yaş akıttı. 

ardından âli, elinden tuttuğu gibi peşisıra sürükledi sıla'nı. birbirlerine içlerini açtıkları, ilk kez gözgöze geldikleri, içlerinin ilk kez titrediği o dağın eteğine vardıklarında, âli eğilip dağın eteğinde biten kırmızı lalelerden birini kopardı. ardından içten bir gülümseme ile, sıla'ya uzattı. sıla elinden alıp, hafifçe gülümsedi. o lale, yıllarca sıla'nın sol göğsünde bir ağrı olarak yeniden yeşerdi. sonra ikisi de bir şey demedi.

sessizlik aralarına sızan bir bulut gibi dağılıyordu.

biraz daha yürüdüklerinde, âli'nin evvelceden sıla'ya bahsettiği küçük sarı renkli evine vardılar. sıla'nın evinin bahçesinden ayrıldıkları o vâkitten bu yana ellerini hiç ayırmamışlardı.

“saat kaç ve yıl hangi gündoğumunu yitiriyor, bilmiyorum mihribân. şimdi başın dizlerimde, saçların ellerime değiyor ve dünya hangi dağın eteğine eğilip peygamberini aranıyor, bilmiyorum. bildiğim tek şey, demlenen çaydan tutmuş, pencerenin önünde büyümeye yüz tutmuş kiraz ağacına, bizden habersizce ellerimizi birleştiren o dağa kadar, var olan ve var edilen her şeyin, bizim için, benim senin dizlerimde aldığın nefesleri duyumsamam için varolduğudur.”

sıla, gözlerini yumdu. büyük gözkapakları ve uzun kirpikleri, güneşin seyre daldığı yüzünde bir manzara gibi sunuluyordu âli'ye. tereddüt etmeden ve gözleri sıkı sıkıya bağlı dururken, “ne kireç badanalı evlerde doğmuş olmak,” diye mırıldandı incelen sesiyle. “ne ellerin hırsla yaban tutuşu..”

âli gülümsedi, gözleri kapalı olmasına karşın sıla, bunu tüm varlığı ile hissetti ve dudağının kenarına küçük bir tebessüm yerleştirdi.

“dev iştihasıyla bende kabaran âşkı,” diye devam etti âli, sıla'nın kaçındığı, kaçmak için çırpındığı mısrânın üzerinde durarak, “yetmez karşılamaya.”

günortasıydı. saat üçe geliyordu. akşam sekize kadar varan, kısa diyalogların ve hemen hemen kaçırılan gözlerin ardından, sıla akşamüstü pencerenin kenarına ilişip sessizce oturan âli'ye sokuldu. omuzları birbirine değecek kadar yakın olsalar da, asıl mesele, yüreklerinin aynı nâbızda vuracak kadar yakın olmasındaydı.

susmak, mevzu âli olunca sıla'nın ellerini ağrıtıyordu.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin