1.BÖLÜM "Terslik"

141 64 28
                                    

17 yaşında muhteşem merhametli -sadece ironi - annesi tarafından Güney Kore tatili sırasında peydahlanarak bir deniz kenarında terk edilen Kim Soo Ah' tan başkası değilim. Cılız, uzun, saçlı, beyaz tenli ve babası Koreli olupta babasını hiç tanımayan biriydim işte. Kimse sevmezdi beni. Niye sevsinler ki hatta? Daha bir günlük değilken bile terk edilmiştim. Annem ve babam bile sevmemişti beni. Bu koca evrende beni seven tek şey terkedildiğim şu deniz kenarıydı galiba. Beni sorgulamadan, karşılıksız bir şekilde usul usul dinliyordu sanki her gelişimde. Yalnızdım ama yalnız olmadığımı hissettiriyordu bana sakin ve gizli bir ruha sahipmiş gibi. Ama bildiğiniz üzere her güzelliğin bir sonu vardır bu güzelliğin sonu da saate baktığım gibi bitti. Saat 16.30 ve benim yarım saat içinde yetimhaneye yetişmiş olmam gerekiyordu. Yoksa çek o budala yaşlı bunak müdürün kahrını. Çantamı aldığım gibi yetimhaneye doğru koşmaya başladım. Saatime bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Zamanım azalıyordu ve ben hala koşuyordum.

Koşarken daha önce hiç farketmediğim bir şey görmüştüm yetimhane yakınlarında kuytu köşede ormanlık araziye yakın bir kulübe vardı ama yemin edebilirim ki bu kulübeyi daha önce hiç görmedim. Kulübenin içinden sarımtırak bir ışık sızıyordu bu nedenle kimsesiz olmadığını burada insanların yaşadığını anlayarak koşmaya devam ettim.

Ah sonunda yetimhane önündeydim. Benim muhteşem yıkık dökük, rutubetli, boyası kalkık evimdi bu (!). Kapının önünde müthiş kel müdürümüz beni bekliyormuşçasına duruyor gibiydi.

"Yine az farkla yetimhaneden atılmaktan kurtuldun Soo Ah."

Bu sözleriyle ne demek istiyordu. Beni zaten sevmiyordu biliyorum hatta hiç bir melezi sevmiyordu -pislik ırkçı- ama sanki beni göndermek için tek bir açığımı arıyor gibiydi. Belki de öyleydi.

Yüzüne bile bakmadan sert adımlarla içeriye doğru ilerledim ve beni bir sorunun beklediğini sezmiştim ki odadan içeri girmemle kafama ayakkabı fırlatılması bir oldu. Yine odayı paylaştığım iki arkadaşım -arkadaş demek bile istemiyorum- benim dolabımdaki her şeyi alt üst etmiş bana bakıp sırıtıyorlardı.

Ah tanrım neden kaçmıyorumdum bu kahrolası yerden diye sormadan edemiyordum. Sabretmek zorundayım sadece küçük çok küçük bir 365 gün 6 saatçik kalmıştı. Istesemde nereye gidebilirim ki deniz kenarından başka. Her neyse gelelim şu oda meselesine. Yatağımın altından çıkardığım sopayla onlara doğru yöneldim. İkisinin de gözleri fal taşı gibi açılmış onlara tepki vermeden susacağımı ummuş gözlerle bana bakıyorlardı. Elimdeki sopayı büyük bir ustalıkla sallarken

"Siz iki beyinden yoksun varlıklar çabuk bu dağınıklığı düzeltin yoksa ben sizin o kullanamadığınız beyninizi dağıtacam"

Dediğimi algılamamış gibi davranan -gerçi onuda anlayabiliyorum her insan beynini kullanamıyor- Min Ji arkadaşına bakıp ben yokmuşum gibi elini kolunu sallayıp

"bu pis melez bizi mi tehtit ediyor"

diyip sinsice bir gülüş ve bakış attıktan sonra elimdeki sopayı çevirip Min Ji'nin kafasını duvar ve sopa arasına sıkıştırmam bir oldu.

"Şovun bitti mi?"

Diye sorduktan sonra korku dolu gözlerle,

"be-beni tehtit mi ediyorsun zorba melez?!"

aslında haklıydı biraz zorbaydım.

"Hıh tehtit mi?
Sen beni anlamadım galiba tehtit etmiyorum canım emir veriyorum ve sende yapacaksın!"

Dedikten sonra sopayı biraz bastırıp korkuttuktan sonra kiminle dans ettigini anladı ve iki beyinsiz eşyaları toplamaya başladı bana da bu manzarayı izlemek düstü.

The Dark House Where stories live. Discover now