on üç

13.8K 1K 182
                                    

Yiğit,

Kampa gelip kulubelerimize yerleşeli ve o garip tartışmayı yine bir meydan muharebesine çevireli 3 saat oluyordu.

Buradaki kulübelerin yurt odalarından çok fazla farkı yoktu. Sadece biraz daha küçük ve basıktı.

"Yiğit benim diş fırçamı gördün mü?"

Uzandığım yatağımdan başımı kaldırıp Batuhan'a seslendim,
"Sırt çantamın ön gözünde olması lazım."

"He tamam buldum."

Herhangi bir şey söylemeden öylece sırtüstü uzanmaya devam ettim.

Odanın içerisinde oradan oraya koşuşturup bağıran bir tazvanya canavarının eksik olduğunu hissettiğimde sırtımı yatak başlığına yaslayıp sordum.

"Canavar nerede?"

Sinan kıyafetlerini düzgünce katlarken beni cevapladı,
"Yol boyu kraker, bisküvi falan yiyince akşam yemeği yiyemedi ya şimdi de açıkmış mutfaktan bir şeyler aşırıyordur herhalde."

Hafifçe gülümseyip başımı iki yana salladım.

Başımı geriye atıp kaldığım yerden tavanı izlemeye devam ettim.

Hiçbir şey düşünmemeyi diledim ama her zamanki gibi kafamda dört dönen tilkilerimden kurtulamadım. Sadece bir gün, tek bir Allah'ın günü, yalnızca bomboş hiçbir şey düşünmeden geçirmek istiyordum. Fazla bir istek miydi bu?

Neler düşündüğümü herhangi birine anlatamazdım çünkü aynı anda o kadar fazla farklı şey düşünüyordum ki beynim herhangi birini yakalayıp üzerinde uzun süre düşünmeye fırsat vermiyordu. Sadece bir şeyler gelip geçiyor, sonra yeniden geliyor, sonra yeniden geçiyordu ve bu döngü sonsuz kere tekrarlanıyordu.

Düşüncelerimde boğuluyordum.

Her gün, her saat, her dakika.

Beynimde susmak bilmeyen sesler vardı ve ben ne söylediğini bile çözemiyordum.

Yürürken, otururken, dinlenirken, koşarken hatta biriyle konuşurken bile asla zihnimi terk etmiyor, hep bir köşede açık kalan televizyon gibi canlanmaya devam ediyorlardı.

İyi yüzerdim ama beni bu düşünce denizinden kurtarmaya hiçbir güç yetmiyordu.

Oturduğum yerin bana dar geldiğini hissettim, hızlıca ayağa kalktım ve yine o korkunç baş dönmesiyle mecbur gerisin geri oturdum.

Tekrar ayağa kalktığımda Sinan'la gözgöze gelmiştik. Dümdüz bir ifadeyle yüzüme baktı.

Beni anlıyordu, düşüncelerimden haberdardı bunu biliyordum.

"Dışarı mı?" dedi Batuhan yine ben söylemeden.

Başımı salladım.

"Ben de geleyim mi?"

Bu sefer sağa sola salladım.

Konuşmama gerek kalmadan beni anlıyorlardı, böyle insanlara sahip olduğum için kendimi şanslı hissediyordum.

Telefonumu cebime koyup kulübeden ayrıldım. Yavaş adımlarla bize verilen sınırdan dışarı çıkmamaya gayret ederek yürümeye başladım.

Ay, lacivert gökyüzünün arasından sarımsı bir şekilde parlıyor tamamen güneşten aldığı ışığın gölgelerini bize aktarıyordu. Ağaçlar yerlere uzun uzun gölgeler düşürmüş, arada bir hafif esen rüzgarla sallanıyorlardı.

Ellerimi ceketimin cebine koyup etrafı izleyerek yürümeye başladığımda bir köprünün olduğunu görüp oraya ilerledim. Birkaç insan vardı ama o an suyun sesi dikkatimi çektiğinden hiçbiri umrumda olmamıştı. Köprüye tırmanıp yaslandım ve akan suyu izlemeye başladım.

Düşünceler yine peşimi bırakmadı ama doğanın etkisiyle (?) biraz olsun azaldı.

Derin bir nefes verip gözlerimi kapadığımda yanımda ince bir ses işittim.

"Pardon saatin var mı?" Gözlerimi oraya çevirdiğimde sesin Ada'ya ait olduğunu anlamıştım. Kendisini normal şartlarda olsa asla tanımazdım fakat Batuhan sağ olsun kızın kullandığı göz kaleminin markasına kadar her şeyi biliyordum.

"Tabii." Telefonumu çıkarıp saate baktım. "21:04" diyip tekrar telefonumu cebime koydum.

"Çok teşekkür ederim." Neşeli bir sesle konuştuğunda başımı salladım.

"Rica ederim."

El sallayıp koşarak gözden kaybolduğunda arkasından kaldırdığım elimi tekrar indirdim.

"İyi ki bu kız bu enerjiyle dağı taşı birbirine katmıyor..." diye geçirdim içimden.

"Konuşabiliyorsun."

Duyduğum sesin herhangi bir zaman dilimindeki başka birine ait olmasını diledim.

Veya daha basiti sadece duymamayı diledim.

Usulca ve içten içe biraz da olsa korkarak karşıma baktığımda kısık gözleri ve gülümsediği için, samimiyetinden gülümsemiyordu, parlayan beyaz dişlerine bakıp yutkundum.

Bir şey demedim.

Diyemedim.

Yumruklarımı sıkıp geriye döneceğim sırada bir anda önümde bariyer olduğunda göğsüm göğsüne çarptı. Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya cesaret edemeden geriye çekilmeye çalıştım fakat benimle beraber bir adım geriye geldi ve bu daha da çok yakınlaşmamıza neden oldu.

Damla sakızı gibi kokan teninden uzak durmak istedim ama o her adımda bana daha çok yaklaştı.

Parmak uçlarıma, oradan saç diplerime kadar ürperdim.

Soluğunu yüzümde hissedebiliyordum ve şu an ona karşı koyacak gücü bile bulamıyordum kendimde.

Bir süre öyle dip dibe durduktan sonra aniden geriye çekildi.

Sırf kokusunu almayayım diye tuttuğum nefesimi usulca tekrardan verirken gözlerimi bu sefer gözlerine çevirebilmeye cesaret ettim ama bu sefer keşke bakmasaydım diye diledim içimden.

Yine bana suçlayıcı ve nefret dolu bakıyordu.

"Bu kadarsın işte sen. Tek bildiğim kaçmak, yok olmak, saklanmak."

Gözlerimi gözlerinden ayırmadım ve yüzüne bakmayı inatla sürdürdüm. Sarf edecek sözüm belki sahiden yoktu ama en azından gözlerimi kaçırmamayı kendime borç bildim.

"Korkağın tekisin hâlâ değil mi? Söyleyebilecek herhangi bir sözün yok çünkü başbaşayız. Senin o aptal cümlelerin yalnızca kalabalıkta yaptığın ucuz göndermelerden ibaret."

Dişlerimi sıktım.

"Gönderme falan yapmıyorum." dedim kısık bir sesle.

Dudaklarından histerik bir gülüş döküldü.
"Tabii ya yapmıyorsun aynen."

Yumruklarımı da sıktım.
"Sözünü tut."

Ciddileşip alt dudağını dişleri arasında ezdi. Hâlâ birbirimizden çok uzak sayılmazdık bu yüzden alıp verdiği nefesi bile hissedebiliyordum.

Titreyen yumruğumu zar zor cebime sokup geriledim.

"Bir daha bana yaklaşma." diye mırıldandım ve bir daha arkamı dönmeden onu o köprüde yalnız başına bıraktım.

————

Yiğit'in ağzından yazmayı çok seviyorum, hislerini kendi içinde yaşadığı için iç konuşmalara yer verebiliyorum.

ayrıca böyle gizem barındırması da çok hoşuma gidiyor :)

Düşman (bxb)Where stories live. Discover now