2; belki de çok hastayım.

535 86 80
                                    

"Yok, bunun bir sonu yok! Yolsuzluğun bir sonu yok! Hiç olmadı, hiç olmayacak..."

20 Ekim Cuma.

Okuduğum kitaplarda, makalelerde aile hakkında binlerce sözcük binlerce kelime dönüyordu. Ama içine girdiğiniz zaman hep bir farklılık vardı bu sözcükte. Kimisi annesi ile anlaşamazdı, kimisi babasıyla kavgalı olur evi terk ederdi. Kimisi öksüz, yetim olur bu kavramların hiçbirini bilmezdi. Gözlerim yeniden bizimkilerde gezdiğinde boğazımı temizledim.

Kahvaltı masasında sessizlik hakimken sandalyeden kalktım.

Bu sahne de tam olarak Werther'in, Lotte ve eşiyle yaptığı kahvaltıyı andırıyordu. O da evindeydi bende ama karşımızdaki kişilere ait değildik işte.

Ailenin birçok anlamıyla bir arada kalan bizdik belki de. Yaşayacağımız bir çok mutlu bir olay varken bile ben annemin gözlerinin içine babamın ellerine bakıyordum. Dışarıdan göründüğü üzere harika bir aile gibi olabilirdik. Biz Jeon'lar anlatılan sahte masallardan başkası değildik oysa.

"Bugün sadece 5 dersim var. 2 gibi evde olurum." dediğimde annem başını salladı.

"Kendi arabanla mı gidiyorsun?" başımı sallayıp babamı onayladım. Bu durumdan hiç hoşlanmasa da göz yumuyordu. Göz yumma sebebi tamamen dedemdi.

Evden hızla çıktım ve güzel arabama bindim. Arabanın klasik olması insanlarda 'yeni nesil çocuklar bunları sever miymiş?' tarzında düşüncelere yol açıyordu. Haklı da sayılırlar aslında. Pek fazla böyle seven yaşıtlarım kalmamıştı.

3 dakika içinde okula vardığımda her zamanki yerime bıraktım arabamı. Hızla indim. Yanımdaki tanıdık arabaya baktım. Yıkanmıştı. Kendi kendime kıkırdarken omzuma atılan yumrukla sendeledim.

"İyice delirdin sen. Kendi kendine gülmeye de başladın!"

"Salak!" Jimin kahkaha atarken bende arabanın arka koltuğuna attığım büyük çantamı aldım. "İnsanlar önce günaydın demeyi falan düşünür. Arkadaşının omzuna yumruk atmayı değil. Anlıyor musun? Ahlak kuralları falan."

"Bilmiş." diye mırıldanıp omzunu silkti. Yan yana giriş kapısına doğru yürürken gözlerini bana çevirdiğini hissettim.

"Baban geldi mi?"

"Geldi."

"Ne yaptınız?"

"Hiçbir şey." diye mırıldandım. Zaten babamla öyle çok vakit geçirmezdik. O hesap sorardı bende verirdim cevabını işte.

"Seni üzecek bir şey yaptı mı?" gülümseyerek başımı iki yana salladım. Gülümsemem biraz acı doluydu. Jimin de bunu anlasa da gülümsedi. O da anlıyordu tabi.

Bakın bu sahne de tam olarak Patroklos'un, Akhilleus'u başka bir kadınla görmesi ve onların yattığı sahne gibiydi. Öyle çaresiz bir gülümseme vardı yüzümde.

"Dersin ne zaman?"

"10 dakika var." dedim akıllı saatime bakarak.

"Benimkine de 25 dakika var. Babam biraz erken bıraktı bu sefer." onaylayan mırıltılar çıkarıp kantindeki masaya yöneldim. 2 kişilik masaya oturduğumda Jimin de kendine kahve almış ve gelmişti. Kahve içmediğim için bana sormuyordu bile, alışmıştı.

Jimin'ler öyle çok da zengin değildi. Annesi tarih öğretmeni, babası avukattı. Bizim semtten biraz uzakta sakin bir mahallede yaşıyorlardı. Jimin'le ortaokulda tanışmıştık. O gün bu gündür hiç ayrılmamıştık da. Benim için zor olmuştu aslında güvenmek. İlk başlarda fazlaca uzak davranmıştım ona karşı. Gördüğüm yerde yolumu değiştirmiş, kendim hakkında olan sırlarımı hepsini gizli tutmuştum.

keith |taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin