and now, you are a real confused blue

2.3K 116 18
                                    

"Evet, işte biraz da buraya. Ashton geldiğinde beni öldürecek," diyerek kıkırdayan şapşala aynadan baktım. Gözlerini kısmış, tamamen işine odaklanmıştı. Elindeki fırçayı kulağımın üstünde kalan yere de güzelce sürüp yan tarafa bıraktığı boya kabının üzerine koydu.

"Kırk dakika sonra saçların masmavi olacak güzellik," diyerek arkamdan eğildi ve yanağıma öpücük kondurdu.

"Abilerin bir tanesisin, Michael!" Çığırarak kalktım ve yanaklarından tutup suratında öpmediğim yer bırakmadım. Yüzünü tıpkı bir kediye benzetip, kıkırdayarak öpücüklerimin bitmesini bekledi. Gerçek abim olmayabilirdi, ama gerçek kadar yakındı bana.

Evimizin yan tarafında oturan Clifford ailesi ailemizle çok yakındı. Michael benden-dolayısıyla Ashton'dan- bir yaş büyüktü. Ben her zaman bir ikize, bir de abiye sahip olmuş olurdum. Ama bizimkisi biraz karışıktı. Ashton, Michael'dan küçük olmasına karşın daha hırçın ve daha kuracıydı. Michael'sa bana her yaramazlığımda ortak olurdu. Bu yüzden Michael'la gerçekten çok yakındık ve Ashton sürekli Michael'ı kıskanırdı. Çoğu zaman ciddiye alıp kavga ederdi ama içten içe Michael'ı ne kadar sevdiğini biliyordum. Sadece beni daha fazla seviyor, paylaşmaktan hoşlanmıyordu. İkiz içgüdüsü-Ashton böyle söylemişti- olsa gerekti. Ben de onu paylaşamazdım.

Michae l, "Bebeğim sakin ol, şimdi ben aşağıya Ashton'a bakmaya iniyorum. Sen de yatağına geçip otur ve kalkma. Dinlen," dedikten sonra burnuma minik bir öpücük bırakıp odadan çıktı. O saçımı boyarken oturduğum sandalyeyi biraz daha geriye itip aynaya yaklaştım. Saçlarım kocaman bir krema tenceresi üzerine dökülmüş gibi duruyordu, oldukça komikti.

Biraz geriye çekilip aynada kendime baktım. Üzerimdeki bol, hasta kıyafeti -eğer bu elbise gibi şeye kıyafet denirse- beni olduğumdan daha da zayıf gösteriyordu. İçinde resmen kaybolmuştum. Zaten son zamanlarda kilo verdiğimi farkediyordum, hepsi bu aptal hastanenin suçuydu.

İki yıl önce tanısı koyulan garip isimli o hastalık -gerçekten ismi garipti, aklımda tutamıyordum- son üç aydır etkisini daha fazla göstermişti. En son provalardan birinde bir anda yere yığıldığımda Ashton vakit kaybetmeden hastaneye getirmişti. Doktorlar hastalığımın giderek daha da ciddileştiğini, artık her şeyin tehlikeli olduğunu söylemişlerdi. Bu 'fazla yaşamayıp, erkenden toprak olacaksın' demenin kibarcasıydı, biliyordum. İlk başlarda arada bir eve gidebilsemde bir buçuk aydır hastaneden pek çıkamıyordum. Tabii, Ashton'ın olmadığı zamanlarda Michael'ın beni gizli gizli hastaneden kaçırmasını saymazsak...

Bir buçuk aydır üzerimde hep böyle hastane kıyafetleri olduğundan vücuduma pek bakamamıştım. Yani bu kıyafetlerle olduğunuzda vücudunuzu inceleyemiyordunuz. Banyolarımsa seyrek oluyordu ve uzun süre kalamıyordum. Nefes darlığı çok boktandı.

İki gün önce yeni geçtiğim hastane odasında tekken dolaptan pantolonumu çıkarıp giymiştim. İşte o zaman gerçek beynime dank etmişti. Tüm hatlarımı saran pantolonum artık bana en az iki beden büyüktü.

Kendimle ilgili düşüncelere daldığım sırada kapının aniden açılmasıyla birlikte geriye sıçramam bir oldu. İçeriye sarı saçlı, gerçekten uzun boylu ve ultra yakışıklı bir çocuk girdiğinde ona şaşkın bakışlarımı atmayı bırakıp kollarımı bağladım. Hem odama giriyor, hem açıklama bile yapmıyordu. Dilimi damağımı kurutacak derecede yakışıklı olması onun canına okuyacağım gerçeğini değiştirmiyordu, ne yazık ki.

Kapıyı kapattıktan sonra başını kaldırdı ve göz göze geldik. Tek kaşımı kaldırıp ona bakmayı sürdürdüm.

"Debbie? Burası Debbie'nin odası değil mi?" Kapıyı tekrar açıp oda numarasına baktı, ardından tekrar kapattı. "Bana 213 demişti."

"Ben bu odaya iki gün önce geçtim, daha önce kimin kaldığını bilmiyorum. Debbra'yı tanımıyorum."

"Debbie, ismi Debbie."

Omuz silktikten sonra ona 'umurumda değil' bakışları attım. İçimden anlaması için üçe kadar saydım, zaten üçüncü saniyede anlamıştı.

"Pekala, üzgünüm." Hızla kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Ama beş saniye sonra kapı hızla tekrar açıldı, Tanrı'ya şükür ki tekrar geriye sıçramamıştım.

Sarışın çocuk şaşkın mavi gözlerini odada gezdirdi. Ben de dönüp odaya baktığımda yüzümde zafer gülümsemesi oluşmuştu. Koltuk, yatağımın beyaz çarşafı, duvarlarda bazı kısımlar, ardından kendime tekrar baktığımda üzerimdeki hasta kıyafeti tamamen mavi olmuştu.

"Cıvıl cıvıl olacağını söylemiştim..." diye mırıldanarak kıkırdadım ve şaşkın maviye baktım. Ona böyle diyecektim. Çünkü mavi gözleri sürekli şaşkın bakıyordu.

"Tanrım, burası hastane odası mı gerçekten?" Şaşkın mavileri bu kez beni bulduğunda önce üzerime sonra saçıma baktı. "Ve sen gerçekten hasta mısın?"

Kaşlarımı çatıp üzerine doğru bir adım attım. "Sensin hasta!"

Bir adım geriye çıktığında aslında gülesim gelmişti ama onu korkutmak fazla eğlenceliydi. "Ben. Ben öyle demek istemedim. Yani fazla renkli-"

"Sus! Laf anlatma bana!" diye azarladım bu kez. Dudağının kenarındaki piercing gerçekten yorgun kalbimin teklemesini ve kalbimin pompaladığı kanı kabul etmeyen akciğerlerimin-hastalığımın açıklaması buydu- kurumasını sağlarken belli etmemeye çalışıyordum. Elinden tutup bir anda çekiştirdiğimde şaşkınlığından dolayı bana tepki veremedi. Bundan yararlanarak onu yatağıma oturttum ve yandan Michael'ın bıraktığı boya kabındaki fırçayı aldım. Ona yetecek kadar mavi boya vardı içinde.

Oturduğu yerden gözleri kocaman olmuş şekilde bana bakıyordu. Hala ne yapacağımı anlamamıştı. Bu dahada hoşuma giderken artık oyun bittiği için sırıtmaya başladım. Aşağıya sarkan iki bacağının arasına girip saçının elime geçen ilk tutamını fırçayla buluşturdum. Artık kendine gelmişti, beni engellemek için belimden tuttu, beni itmeye çalıştı ama saçlarına öyle yapışmıştım ki, sanki saçları nefesti. Bense nefes alamıyordum.

Beni itmesi işe yaramadığında kendini geriye çekmeye çalıştı. Bu hareketiyse ancak yatağa yatmasına, beni de kendi üzerine yatırmasına sebep oldu. Burunlarımız birbirine değerken nefesimi tuttum, işte şimdi gerçekten nefessizdim.

Bakışlarım saçlarını bulduğunda önde büyük bir tutamın mavi olduğunu gördüm. Dudaklarım yeniden kıvrılırken mavi gözlerine baktım. Bana yine şaşkınca bakması o kadar komikti ki kelimeler dudaklarımdan istemsizce döküldü.

"İşte şimdi, gerçek bir şaşkın mavisin." Ardından hastalığımın bir anda getirdiği göğüs ağrısıyla birleşen ufacık bir garip hisle çarpışan burunlarımızı ayırıp, başımı hiç tanımadığım bir çocuğun boynuna gömdüm. Bunun, şaşkın maviye sığındığım ilk an olduğunu ve son olmayacağını ikimizde bilemezdik.

××××××

Bölüm, bölüm için beynimi, hatta beynimin içindeki pizza parçacıkları şeklinde olan hücreleri yiyen @lukeysdirtypenguin için.....

*nasıl bir cümle olduğunu bilmiyorum*

Warwick ╬ hemmingsWhere stories live. Discover now