29. Bölüm

984 185 79
                                    

Ertesi gün kendime gelmiş, pantolonumu giymiş, sırtımdaki kırmızılıkları örtmüş ama bileklerimin görüntüsünden kaçamamış bir halde salona indim. Kapıyı açtığımda hepsini yerinde buldum.

Zade eline bir bardak şarap tutuşturmuştu, arkasına yaslanmıştı ve gözünü bana dikmişti. Onu odamdan çıktığından beri görmemiştim. Sadece yıkanmış, yemek yemiş ve uyumuştum. Arkamdan fırtına geliyor gibi yürüdüğüm için dört adamın da ilgisini çektim. Shade tam dudağına bardağı götüreceği sırada kendisine yaklaştığımı fark etti ve şarabı geri bıraktı.

Yamuk oturması, sandalyesini hep krala doğru çevirmesi işime geldi. Kolçakları sımsıkı kavradım ve burnuna girdim. Evet, burnuna. Nefesim nefesine çarparken Shade'in gözleri kocaman açıldı, sandalyede arkasına yaslandı.

Ona baktım, baktım, baktım... Çok farklı görünen açık kahverengi irislerinde yansımamı görecek kadar içindeydim.

Nefesini tutmuştu beni sanki önüne bir ayı çökmüş gibi izliyordu. Jeff ve Gregory tam karşımızda kalmıştı. Zade ise kaşını kaldırmış izliyor olmalıydı. Hiçbirinden ses çıkmadı. Shade'in sadece gözleri oynadı.

"Ne yapıyorsun?" Dudağını pek kıpırdatmadan konuştuğu için sesi düzgün gelmedi. Bakışlarımı kıstım, kendime bir beş saniye daha tanıdım. Hiçbir şey olmayınca göz devirip hemen yanındaki sandalyeye kendimi attım. Shade hala arkasına yapışmış halde duruyordu. "Birisi ona şarap mı verdi? Tanrının şarabından?"

Jeff ve Greg, birbirlerinin kopyasıydı. Ellerindeki kadehleri ne bırakmışlar ne de içmişlerdi. Arada bir yerde duruyordu, ikisi de bana aval aval bakıyordu. Saçımı düzelttim ve solumda, başköşede, oturan krala doğru tebessüm ettim.

Pekala, kimse ona bakamaz kuralı generalleri için geçerli değildi.

"Yok bir şey." dedim çatala uzanıp.

Shade zar zor toparlandı, bana azıcık eğildi. "Emin misin? Aklını mı kaçırdın yoksa? Niye..."

"Yok bir şey dedim. Hep sen mi bir şeyler saklayacaksın?"

Zade beni tek kelime etmeden süzdü, süzdü... sonunda nefesini verip şarabını içebildi. Önüne bıraktı, benim aksime yemek yemedi. Hızlıca ve çabucak kalkmayı planlıyordum. Bu yüzden tabağıma ortada ne varsa doldurdum. Yutkunamadığımda boğazımı ıslattım, tekrar ağzımı doldurdum. Evet, kibarlıktan çok uzaktı. Ama ne için kibar olacaktım ki?

Eski gardiyanım çenesi aşağı düşmüş bir şekilde izliyordu. Jeff ile uyumuş, sabaha karşı onu kovmuştum. Bu kadar yakınlık ikimize de yeter diye düşünmüştüm ve eskiden, kalede kaldığında da sabahları tekmeleyerek onu dışarı çıkarırdım. Bu yüzden yadırgamamıştı.

Ama kafamı önümden kaldırmadan boğuluyor gibi yemek yeme sebebim o değildi. Sol tarafım yanıyordu. Demek oluyordu ki gri gözler suratımda geziniyordu. Matta. Defolsun.

Yenik düştüm. Anlık olarak göz göze geldiğimizde yutkunmak için çaba sarfetmem gerekti. Aklıma söyledikleri geliyordu. Mesela şu an ona ne demem gerektiğini düşündüğümü fark ediyor muydu? Veya eteğimi parçalayıp bacaklarımı okşadığını birkaç saat sonra idrak edebildiğimi, bunun beni kan rengine çevirdiğini, gece boyu uyuyamadığımı ve Jeff'i bu yüzden kovduğumu anlıyor muydu?

Sanmıyordum.

Sadece bir yudum şarap içtim, üç çatal daha aldım ve ellerimi birbirine vurup ayaklandım. "Ben doydum." Elimi belime koydum. "Eğer Ul'na açlıktan rahatsızlık duyduğumu düşünüp peşimden gelecekse diye tekrar söylüyorum, ben doydum. İsterse kollarından birisini karnıma yaslayıp guruldamaları dinleyebilir. Size afiyet olsun."

ÖTEKİWhere stories live. Discover now