36. Bölüm

1K 177 64
                                    

Bembeyaz bir atın üzerinde, kumlar suratımı döverken Gregory'yle yan yana ilerliyordum. Kumaşlara sarınmıştım, esen her rüzgar ağzıma ve burnuma tozları serpiştiriyordu. Gregory kumaşın örtmediği gözlerini bana çevirip başını hafifçe eğdiğinde elimle iyiyim işareti yaptım.

Kumların içindeki ikinci saatimizdi, yola çıkalı dört gün oluyordu. Hava sıcaklamaya başlamıştı, geceleri üzerimi kat kat giyeceğim bir hale dönüyordu. Güneş tepeden vuruyor, gözlerimi rahatsız ediyordu.

Boynum, omzum, kollarım... her yerim açıktaydı. Suratıma ve saçlarıma sardığım bu şal hariç kıyafetlerim önemsizdi. Burnumu kapatmak zorundaydım, nefes almakta güçlük çekiyordum.

Rüzgar estiğinde dizgini bırakıp kolumu yüzüme kapattım. Atım yavaşladı, başımı zıt tarafa eğdim ve solumayı bıraktım. Arkamdan mırıltılar yükseldi, gölge üzerime düştü. Zade kumların üzerinde atını koşturup yanıma geldiğinde rüzgar da hafiflemişti. Başımı yavaşça kaldırdım ve yüzüne kapattığı siyah parçanın arasından görünen gri gözlerine baktım. Elini uzattı, başımı iki yana salladım.

Hayır, onun atına binmeyecektim.

Dik durmaya çalıştım, ilerledim. Gözlerime elimi siper ediyordum, kum tanelerinden dayak yediğim için kendimden utanmak istiyordum ama hızlıca baktığımda hepsi aynı görüyordu.

"Çekil!" Shade bağırarak Gregory'nin yerine geçti.

İleride kirli bulutlar havalandı, rüzgar bize çarpacağını belli etti. Shade hemen yanımda durup elini kaldırdı. Simsiyah gölgeler bir kalkan misali rüzgarın yönüne yayıldı.

"İlerlemeye devam et Mira!"

At sürerken başını benim gibi eğdi, ağızlığını tuttu. Kumlar gölgelere çarpıp bir başka aleme giderken yavaş yavaş ilerlemeyi sürdürdük.

Ne arkama ne de önüme bir daha bakmak için başımı kaldırdım. Atım Jeff'in arkasına takılmıştı, dizginleri bile salmıştım. Shade her rüzgarda elini kaldırıyor, bana bir kalkan oluşturuyordu. Neredeyse bir saat daha bu şekilde ilerledik.

Sisin ötesi, sisin başlangıcıyla aynıydı. Bacaklarıma sürtünen siyah dumanlar harici hiçbir şey değişmemişti. Zade'in malikanesinin olduğu ada ayrı, bu iğrenç topraklar apayrı. Kral Vhul'dhar'ın topraklarında mı yürüyordum bilmiyordum, Zade her yere kendisine aitmiş gibi bakıyordu. Yaşanılabilecek bir yer değildi, bir ağaç bile göremiyordum.

Sürekli bana bakıyordu, sürekli beni izliyordu ve yanına gelip kafamı üzerine gömmemi bekliyordu. İnattan değildi, ben de kum yutmamak için en rahat şekilde ilerlemeyi tercih ederdim ama şimdi... onlar bile ilerleyemiyordu ve onlar ruh içen, kan emen, Çukur'a gitmeleri garantilenen adamlardı.

Topraklar bir kayboluyor bir görünüyordu. Kafam allak bullak olmuştu. Sadece beş saat önce yeşilliklerin içindeydim, üç gün önce bir köyün yollarını kullanmıştım, dört gün önce sahilden ilerlemiştim.

Ne havası ne de yolları normaldi.

Rüzgar tam tersi yönden esti. Sıcaktan soğuğa üç adımla geçmem yetmiyormuş gibi rüzgar canlanıyor, şaha kalkıyor ve bir de soldan çarpayım diyordu.

Bu kez Zade elini kaldırdı, koca bir duman önüme yerleşti. Mattı, gerçek gibiydi. "Çok yolumuz kalmadı Mira."

"Konuşma, benden kötü görünüyorsun general." diye bağırdım Gregory'ye. Sıcaktan tiksiniyordu.

İlerledik, ilerledik ve bitap düştük. Kuru topraklara adım attığımızda rahatladım ve küllü kahverengi rengi yavaş yavaş yeşil noktacıklarla tanıştı, o kökler büyüdü, yabani otlarla sarıldı... koskoca ağaçlar çevremi sardığında başımdaki sargıyı çıkardım.

ÖTEKİWhere stories live. Discover now