36.Bölüm

24.7K 1.1K 36
                                    

Günlerden neydi?

Aradan geçen gün sayısını bile ezberimde tutamıyordum artık. Kimse gelmiyordu. Neden? Saniyeler, dakikalar, saatler, günler... Belki de haftalar geçmişti. Yalnızlık zaman kavramını almıştı benliğimden. Başlarda tek umudum Aybars'tı. "Beni duymuştur." diyordum. "Beni bulacak, başıma kötü bir şey geldiğini anlamıştır." Ancak zaman öyle kötü bir düşmandı ki bana, umudum kalmamıştı.

Gelmeyeceklerdi. Ya da gelseler bile geç olmasından korkuyordum. Bir odaya tıkılmıştım. Arada yemek vermek için gelen adamlar dışında hiçbir canlıyı göremiyorum. İlk günlerde yememek için dirensem de güç toplamak adına inadımdan vazgeçmiştim. Kaçmaya fırsatım olursa değerlendirebilmem için zinde olmak zorundaydım.

Geride bıraktıklarımı özlüyordum. Bu özlem o kadar büyük, o kadar derindi ki canım yanıyordu. Kunter'i özlüyordum. Şuanda yanımda olsa ve bana sarılsa her şeyi öylece bırakabilirdim. Burada geçirdiğim tüm zaman boyunca insanın başına her an her şeyin gelebileceğini daha iyi anlamıştım.

Sertçe açılan kapı tetikte olan duyularımı harekete geçirirken, bu sefer farklı bir durum olduğunu anlamaktan ziyade hissetmiştim. Beni kimin kaçırdığını bilmiyordum. Öğrenmek için sert çıkmaya çalıştığım tüm o anlar bir tokat gibi geri dönerken vazgeçmek zorunda kalmıştım.

"Yürü, gidiyoruz." Adamın ses tonundaki ürkütücü ton kanımı dondurdu. Odama yemek getirmek için gelen adam daha insancıldı. En azından zorluk çıkartmıyorsam.

"Nereye?" diye sordum merakıma engel olamayarak. Tüm bu bilinmezliklerden bıkmıştım.

"Öldüreceklerse öldürsünler." diyecek raddedeydim artık.

Cevabı sadece beni kolumdan tutup sürüklemek oldu. Geniş ve kasvetli bir koridordan ilerledik. Odam en üst katta olduğu için aşağıya iniyorduk. İlk sağdan dönüp kapalı bir kapının önünde durduk. Beni ileriye ittirdi ve kendi bir adım geri çekildi.

Bu tek başına olduğum anlamına geliyordu.

Zaten tek olmayı o adamın varlığına tercih ederdim.

Derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştım ve ardından yavaşça kapıyı açtım. Oldukça büyük bir odaydı. Tabi evin gördüğüm kısımları gibi burası da insanı boğan bir atmosfere sahipti. Bu akıldan yoksun, mafya kılıklı, bezelye beyinlinin kişiliğini yansıtıyordu muhtemelen. Pencere önündeki masada arkası dönük oturuyordu nezaketsiz insan müsveddesi.

"Son kurbanın teşrif etti." diye alaylı bir giriş yaptım. Muhtemelen tek kötülük yaptığı insan ben değildim. O kadar da bela çeken bir mıknatıs olmadığımı ummak istiyordum.

Resmen beni deli etmek ister gibi ağır çekimde arkasını döndü. Kısık gözlerim incelemeye başlamıştı. Tanıyıp tanımadığımı öğrenmeye çalışıyordum. Yüzü hiç yabancı değildi. "Acaba nereden tanıyor olabilirim?" diye düşündüğüm sırada benimle İngilizce konuştu. Ancak aksanından bir İngiliz ya da Amerikalı olmadığı anlaşılıyordu.

"Güzel olduğun kadar esprilisin de... Sanırım. Tabi ne dediğini anlamadığım için tercüme yaparsın diye umuyorum."

Git kendine bir tercüman tut kel kafa!

"Umut etmek güzel şeydir. Ancak hayaller âleminde de yaşamamak lazım tabi. Buraya beni saçma sapan konuşmak için getirmediysen direk olayın özüne insek diyorum."

Kaçırılmış olabilirdim ama cesur yanım geri adım atmak istemiyordu. Zaten hiçbir zaman laf, söz dinleyen biri olmamıştım. Kaçırılmam da bu durumu tersine çevirememişti demek ki.

S A R EDonde viven las historias. Descúbrelo ahora