Bölüm 7 • "İnsicamsız"

3.6K 141 12
                                    

Bölüm Müziği : Nils Frahm - Ambre

Gri...

Adına birçok anlam yüklemesi mümkün bir renk. Ama neden diye düşünür mü insanlar hiç? Neden gri? Kırmızı, pembe, sarı değil de neden griye bunca anlam yüklenebiliyor? Tüm zıtlıklar mukayese edildikten sonra varılan sonuç, griydi aslında. Zıtlıkların arasında kalan tüm çizgiler griyle adlandırılıyordu ve yakınlaştıkça grinin tonları beliriyordu.

İnsanlar beyaza cennet, siyaha cehennem dediler. İkisinin karışımı oldu gri ona da araf deyiverdiler.

Gri arada kalınmışlıkların betimlenmiş haliydi. Gri riyakardı. O nefretin bir bütününü içine alırken, sevgiyi de bırakmıyordu. Gri aç gözlüydü ama en güzel renkti. Tüm duyguları, tüm yaşanmışlıkları içinde barındırdığındandır belki.
Benim hayatım griydi. Bir yanım siyahın en koyu tonunu içinde tutarken, öteki tarafım beyazın umuduyla canlanıyordu. Lakin bir şeyi es geçemezdim. Siyahta beyazda yok olabilirdi ruhumda. Tek bir renge bürünebilirdim. Ve ben siyaha meyilliydim. Çünkü her zaman beyazın üstünü kapatmak kolaydı. Önemli olan tüm o karartıyı beyazla kapayabilmekti. İşte bu durumda ben yaşananların ağırlığını dengelemeye çalışmaktaydım. Siyaha çekilmemeye çalıştıkça bir yük daha biniyordu sol tarafıma ve ben umudumla dengeliyordum sağ tarafımı. Gride yok oluyordum. Arafta kalıyordum. Yaşananların ağırlığı arttıkça ya siyaha çekilecektim ya da grinin tam orta noktasında boğulacaktım.
Evet, gride kalmıştım lakin tüm renkleri seviyordum. Ama şöyle de bir durum vardı. Hayatın yoğunlaştırdığı gri çizgilerin üzerinde dans eden, ömrünü o siyah ayakkabılarıyla ezip boşluk içinde ahenge kulak veren bir bedenin renklere vereceği zarar ne kadar fazla olabilirdi? Peki neden elimden alınıyordu tüm renkler ve ben griye bulanıyordum. Neden beyaza meyilli olmak yerine siyaha çekilmeyi tercih ediyordum. Renklere zarar veren ben değildim. Kalbime yer etmiş hayallerin rengi vardı bende. Lakin hayaller kayboldukça azalan renkleri zihnime kazıma çabam, bir ressamın elinde ki paleti düşürdüğü anda, yerden toplamış olduğu renklerle bir şey yapmaya çalıştığında oluşan çaba gibiydi. Yeterli miydi? Cevap gayet açıktı.
Karşımda uzayıp giden denizin derinliklerine attığım düşüncelerim dibe çekiliyordu. Sığ noktalarda arayışı kesmiştim çünkü düşünceler ne kadar sığ noktaya çekilirse insanda o kadar yüzeyde kalıyordu. Bu da büyük bir miktar tehlike doğuruyordu. Nitekim denizin kıyılarında yüzmeye alışık insan, okyanusta rahatça boğulabilirdi.
Rüzgar tenimi aşıp geçti. Bir an bu rüzgarın tüm bedenimi bir toz haline çevirip karıştırmasını istedim tüm doğaya. Bu düşünce aslında bende bir miktar gitme isteği uyandırıyordu. Her şeyden kaçıp az insanı olan bir kasabanın içinde, ufak şömineli evimde karakterlerimin ruhuyla yaşamak isterdim. En azından orada üşümezdim, silah sesleri duyuyor olmazdım veyahut hayallerimi gerçekleştirmem için izne ihtiyacım olmazdı.
Gözkapaklarımı aşağı çekip doğayı kendimce kararttım. Acaba bıraksam kendimi şu denize cesedim kaybolur muydu sularda? Sonra oralarda kayboluşu gibi zihinlerden silinir miydim? Zaten gizliydim. Bu insanların beni unutma süresini kısaltırdı. Sallanan bedenimi dizginlemekle hiç uğraşmadım o an. Rüzgar buna karar verebilirdi. Beni sulara bırakabilir veya yaşamam için diretip geriye doğru çeker bedenimi. Ama rüzgarda biliyordu ki benim yokluğum hiç anlam ifade etmeyecekti diğer bedenlere. Bu yüzden rüzgarın yönüne doğru bıraktım kendimi. Aşağı doğru süzülüşümü hissetmeye başlayacaktım fakat havanın bile soğukluğundan daha dondurucu olan bir el tuttu bileğimi. Ürperip gözlerimi açtığımda tanıdık bir kış vurmuştu düşüncelerime. Beni gri gözlerinde ki karanlık çukurda gark eden adamın etki alanındaydım yine. Bu kez daha soğuktu, daha dondurucuydu. Ve her sona ilerlediğimde dibimde olması tesadüften daha öte kaderin bana buz gibi bir beden sayesinde bir şeyin farkına varmamı, anlatma şekli olabilirdi.
''Ne yapıyorsun sen?'' Gri gözleri tenimi donduracak bir öfkeyle iç içeydi. ''Çoğu zaman yapmam gerekeni.''
''Sen aklını mı kaçırdın?'' diye bağırdı. ''Sen yaşamının bu kadar önemsiz olduğunu mu düşünüyorsun?!''
''Hiç önemli hissettiren olmadı ki...'' dedim. Sesimin cılız ve acınası çıkmasını en az gözlerimin doluşunu umursamadığım kadar umursamıyordum. Bir şeyler gizlemekten bıkmıştım. ''Sen aptalın tekisin, Mehir.''
''Biliyorum.'' Dedim. ''O yüzden buna bir son vermeye çalışıyorum.''
''Yürü şu arabaya.'' Dedi bileğimden çekiştire çekiştire. Arabaya bindiğimizde öylece karşıma bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. ''Ne düşünüyordun?'' diye sordu sakince.
''Aslına bakarsan... Bir şey düşünmüyordum.''
''Niye böyle bir şey yapmaya kalktın?'' Gözlerinde anlayamadığım ifadeler vardı. ''Ellerimde patlayan bilmem kaçıncı hayalim... Artık gücüm kalmadı.'' Gözlerimi kırpıştırdım. ''Sen hiç tüm hayallerinin elinden alınışını hiçbir şey yapamadan izledin mi?''
Kafasını aşağı yukarı salladı. ''İzledim.'' Dedi. ''Evet acıydı ama pes etmeyi düşünmedim. Bizim gibiler ancak çabaladığında refaha ulaşırlar çünkü.''
Kafamı yavaşça ona çevirdim. ''Bizim gibiler?''
Derin bir nefes aldı. ''Çocuk olamayanlar. Erkenden büyümek zorunda kalanlar.''
''Öyle olduğumu nereden biliyorsun?'' diye sorduğumda gri gözlerini gözlerime çevirdi. ''Hissettim.'' Dedi. ''Cümlelerinin... Davranışların... Hepsinde kendimi gördüm.''
Hiçbir şey diyemedim. Her bir eylemim onunkiler yanında gayrikafi kalıyormuş gibi hissediyordum. Bu yüzden bende zihnime gelen kelimeleri dilimin ucunda bertaraf ediyordum.
''Kendine gelebildin mi?'' diye sordu sanki onun kadim kışında bu çok mümkünmüş gibi. ''Evet.'' Dedim yalan olduğunu bile bile. Ben hiçbir zaman kendimde değildim. Hele Baray'ın yanında hiç değildim. ''Yalan söylüyorsun.'' Dedi.
''Hayır. Doğru söylüyorum.''
''Sana inanmıyorum. Yapabileceğim bir şey olmalı.'' Dedi. ''Sevdiğin ne var? Veya devamlı gittiğin bir yer var mı? Seni oraya götüreyim.''
Kaşlarımı çattım. ''Beni önemsiyormuşsun gibi davranma.'' Dedim. ''Alışığım göz ardı edilmeye.''
''Seni önemsemiyorum.''dedi. ''Sadece vicdanımı rahatlatmak için.''
Şaşkınca suratına baktım. ''Ne var?'' dedi. ''Bunları duymak istiyorsun ve ben duymak istediklerini söylüyorum.''
Güldüm. ''Senden cidden nefret ediyorum, Karan.''
''Sorun değil. Biliyorsun.'' İfadesinin soğuk olmasına karşın ses tonu içimi titretip anında ısıtmıştı. Az önce ki düşüncelerim bedenimi kaskatı etmişken, onun ses tonu gevşememe neden olmuştu.
Baray arabayı çalıştırdı ve asfalt yol ayaklarımızın altından kaymaya başladı. Deniz gözlerimizin önünden kayboldu ve biz İstanbul'un gri bulutları gibi sessizce ilerlemeye başladık. ''Kahve sever misin?'' diye sordu. Kafamı aşağı yukarı salladım. ''Şişli'de bildiğim bir mekan var.'' Dedi. ''Çok güzel kahve yapıyor.''
''Gidelim madem.''
Ara sokaklarda ufak bir kafenin önünde durduk ve içeri girdik. ''Ben bir lavaboya gideyim.'' Dedim. ''Sen kahveleri söyle.''
Kafasını aşağı yukarı salladı. Bende o sırada tuvalete girip elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yansıyışım pek iyi bir izlenim yaratmıyordu ve bu halimi beğenmiş değildim.
Pejmürde.
Her bir noktam bu kelimenin betimlenmiş hali gibi. Kelimenin harfleri bir araya gelip bir anlamı doğurduğu gibi bir beden doğurmuştu ve o bedeni şu an aynada görüyordum. Tüm bu gerçekleri yok sayıp, acıları yok sayıp abat olmak istiyordum lakin her seferinde galip gelen gerçekler acıları gözler önüne seriyordu.
Son bir kez yüzüme baktım. Hiçbir fark olmamasına rağmen umursamadan çıkıp onun yanına gittim. Yaklaştığımda hararetli bir şekilde telefonda birisiyle konuşuyordu.
''Prensiplerimden vazgeçemem. Şu an önemli biriyleyim ve gelemem. Bunu konuştuk.'' Dedi. ''Ayrıca kadını size ben getirdim. Ne demek belgeleri çaldırmış?'' Sessizlik oldu bir süre. ''Yanında olacaktınız! O kadın İzmir'e gidene kadar yanında olmalıydınız. Sizin aptallığınızın bedelini ödeyecek değilim.'' Tekrar sessizleşti, Baray. O sırada geçip karşısına oturdum. ''Ne belgesinden bahsediyorsun sen?! O belgeleri hazırlaması en az 3 ayını alır. Plan desen o da en az 1 ay. Kadını ortadan kaldırın.'' Dedi. Sonra ikaz etti. ''Zarar vermeden. Sonra gidip adam gibi araştırma yapın!'' Telefonu kapattı. Yüzünde zehirli bir ifade vardı.
''Neden öyle bakıyorsun?''
''Amacıma ulaşıyorum çünkü.'' Dedi.
''Sevindim.'' Dedim dudaklarımı bükerek.
''Senin sayende, Mehir. '' dedi. ''Kırmızı başlıklı bir kızdan bahsediyorlardı. Hiç kimse sen olduğunu bilemeyecek.''
''Bir gölge olmaya alıştım.'' Dediğimde gözleri daldı. O bulanıklıkta düşüncelerine yansıyan görüntünün ne olduğunu merak ediyordum lakin gözlerinin önünde daima gerçekleri yansıtmayacak, işine sadık bir gardiyan var gibiydi.
Kahveler geldi ve etrafımızı müthiş bir koku sardı. Dumanın kokusunu içine çektiğimde içimin ısındığını hissederken Baray'ın bakışlarının zehrine karşı da bir panzehirmiş gibi hissettim. Baray kahvesinden bir yudum aldı. ''Seninle iyi bir ikili olduk ha? Ne dersin?''
Mizahtan yoksun bir şekilde güldüm. ''Ya. Ne demezsin.''
''Sana bir şey söyleyeceğim.'' Dedi. ''Yalanlar bir ateş, ben bu ateşin etrafında gezinen bir adamım.''
''Ya yanarsın, ya da söndürürsün.''
''Evet.'' Dedi. ''Kulağa basit geliyor ama ateşe elimi çok sürdüğümü bilirim. Yine de pes etmedim. Sen de pes etme, Mehir. Her ne yaşıyorsan asla pes etme.''
Önemli olan pes etmek değil savaşmaktı lakin bu kimin umurundaydı? Tüm tehlikeli ateşler ruhuma bent olmuşken pes edip etmemem ne işe yarardı? Savaşmak sadece ateşi harlandırırdı.
Kahvemden bir yudum aldım. ''Hayat benden hep zor olanı seçmemi istiyor ve ben artık dayanamıyorum.
''İnsan sadece düşünceleriyle kendini öldürebilir veya yaşatabilir. Sen yangına körükle gidiyorsun. Zor olanı seçen sensin. Aykırı davransan belki de hayatın sana sunacağı yeni seçenekler olabilir.''
''Anlamıyorsun!'' Kaşları çatıldı ve derince bir nefes verdi.
''Ah Mehir! Ah.''
''Ee.'' Dedim konuyu değiştirmek adına. ''Daha tehlikeli işlerin var mı?''
''Buluruz bir şeyler.'' Dedi donuk bakışlarını cama doğru dikerek.
''Her gün farklı birisine neden suikast planları yapıyoruz?'' diye sordum. İçerik olarak mizahi sayılabilecek bir cümle kurmuştum lakin üslubum hiçte mizahi sayılmazdı. O da bunu anlamış olacaktı ki bana meydan okurcasına, daha da ciddileşti. ''Birisine ulaşmalıyım. Hepsi farklı gibi görünsede sonunda aynı kapıya çıkıyor.''
''Bunu neden yapıyoruz?''
''Bu kadarını bilmen yeterli.''
Yine donmuştu bakışları yine dondurmuştu işlevlerimi.
''Peki.'' Dedim. Diretmek istemiyordum. Zaten öğrenmem gerekiyorsa öğrenirdim. Sadece beni korkutan şey o buz kütlesinin ardında yatan gerçeklerdi. Bazen gülüyordu ama onda bile gözleri donuktu, mattı. Güldüğünde bir insanın gözlerinin içi parlamalıydı. Ama o kanımı donduracak kadar buz gibi bakıyordu. Ve nedense içimde bir yerlerde sırf bu yüzden yakıcı bir şeyler hissediyordum.
''Teşekkür ederim, Baray.'' Dedim.
''Ne için?'' diye sordu. Kaşları çatıktı.
''Üçüncü kez beni kurtardığın için.''
''Etme, Mehir.'' Dedi. ''Bunların hepsinin bir bedeli var.''
Bu kırmıştı. Nedense ondan böyle bir cümle duyacağımı düşünmüyordum.
''Bana bak.'' Dedi. ''Ben kötü birisiyim. Anladın mı? Bunu böyle bilmelisin.''
Cümlelerinin içerdiği o derin anlam ona karşı duyduğum bir miktar güveninin temelini sarmış, ona karşı içimde kurduğum inanç meskenin duvarlarını çatlatmıştı. Birisi kendini kötü biri olarak biliyorsa, naçar kaldığını kabul etmek gerekirdi. Kimse kolay kolay kötüyüm diyemezdi. Ve en tuhaf yanı ben Baray'ın kötü biri olduğunu kabul etmek istemiyordum.
''Neden böyle konuşuyorsun? Bugün bana yardım ettin.''
''Sorgulamaman gereken iki şey var.'' Dedi. ''Birisi hayatım, diğeri neden böyle konuştuğum.''
Peki... Sorgulamayacaksam nasıl anlayabilirdim kötü olduğunu... Gözüme siyah bir bez parçası başlayıp her şeyi görmezden mi gelecektim?
''Anlamıyorum.''
''Anlamaya çalışma, Mehir. Seni yaşatmak için her şeyi yaparım ama bu söylediklerimi de unutma.'' Dedi. ''Bir gün canını yaktığımda bu cümlelerimi hatırlayacaksın.''
Zaten bu sözleri olağanca canımı yakıyordu ve söylediklerinden yola çıktığımda bu konuşmanın akıbeti pek iyi olmayacak gibi gözüküyordu.
''Neden... Canımı yakasın ki?'' diye sorduğumda, mağmum bir ifadeyle konuştu.
''Çünkü ben hayatıma giren herkesin canını yaktım.''
Kısacası demek istediği kaçınılmaz bir acının önünde durduğumdu ve ben zaten bu konuşmadan sonra o acının içerisine girmiştim. Sözleri bile kalbimi bu denli kırıyorsa eğer, onunla bir sırrımı paylaşsam göğsümün ortasında büyük bir boşluktan başka hiçbir şey kalmayacaktı demek ki. Tam olarak bu düşüncedeydim.
''Sende farklı değilsin.'' Dedim. ''Sende o kirli insanlardansın. Az önce bana dayan diyen sendin. Şimdi dediklerine bak. İki yüzlünün tekisin sen!'' Hızla ayaklandım ve kafeden ayrıldım.
Birine güvenmek... Birine güvenmek dünyanın en ahmakça eylemiydi.
Kelimeleri dudaklarından fırlamış ok gibiydi. Göğsümü delip geçmiş, canımı kana bulamıştı. Bir kez daha insanlar bana yaşamın değersiz olduğunu eylemleriyle göstermişti.
Hayatımı belirleyen direksiyon bir meczubun elindeydi sanki. Oradan oraya savruluyor yara alıyor ve tükenmeden devam ediyordum. Ben artık yara almamak değil, ben artık tükenip yok olmak istiyordum.
Bu makus hayatın zihnime bulaştırdığı kara lekeler, kalbimi zehirleyen bir tümör gibiydi. Ben doğduğum gün beyazdım. Büyüdüm gri oldum, şimdi siyaha çekiliyorum. Kim bilir? Belki siyah benim kurtuluşumdur.
Evime girdim ve kapıyı kilitledim. Umarsızca yatağıma girip yorganı çektim, yüzüme kadar.
Çaresizliğin tanımı içimde göklere ait bir kuşun kanatlarının kırılmasıydı. Çırpınışları fayda etmeyecek ve yere çakılacak... Şansıyla ölür, şanssızsa sakat kalır. Ben şanssız tarafım. İçimde büyüttüğüm tüm masum kuşlar sakat kaldı.
Şimdi ellerime bakıyorum. Gri bir katmanla örtülü ben ne olduğunu biliyorum. Ellerime bulaştırdığım bu gri toz yanan ruhumun külleriydi. Ve bir ruhum olmamasına rağmen ateş yanmaya devam ediyordu. Orada kendi kendini tüketecek veyahut nefes aldığım her saniyede varlığını hissettirmeye devam edecek.
Kapım iki tık çalındı. Benim gibi yalıtılmış hayata sahip birisi için kapının çalınması bile garip geliyordu. Tüm bu perişan halimden sıyrılmaya çalışarak, yerimden kalktım. Kapıyı açtığımda, şaşkınlık bedenimi sarmıştı bir anda. ''Baba?''
Hızlıca içeri girdi. ''Seninle konuşmam gerek kızım.''
''Geç otur.'' Dedim salonu işaret ederek. Sonra hızlıca kapıyı kapattım.
Salonda ki berjerin üzerine oturdu ve geriye yaslandı. ''Ağladın mı sen?'' Dikkatle yüzümü inceliyordu.
Kafamı iki yana salladım ve karşısına geçip oturdum.
Babam direkt lafa girdi. Öyle uzatıp laf ebeliği yapmaktan hoşlanmazdı. ''Bazen değer verdiğimiz insanları korumak için fazla kontrolcü davranırız.'' Dedi. ''Bende bunu yapıyorum. Babalık konusunda iyi değilim, biliyorum. Sadece seni korumaya çalışıyorum kızım. Yakın zamanda en yakın arkadaşımı kaybettim ve onu koruyamadım. Sıranın sana gelmesini istemiyorum.''
Hiçbir şey söylemedim. Düşününce ona da hak veriyordum ama bu kırılan kaçıncı hayalimdi sayamıyordum artık. ''Ama bir hayalin var ve bunu engelleyemem. Bu konuda fazla tutucu davrandım.''
Bir melodi konuşmamızı böldü. Babam elini cebine attı ve telefonunu çıkardı.
''Efendim, Tufan.'' Dedi. ''Ne demek kadın anlaşmaya gelmiyor?!'' Bir süre sessizlik oldu. ''O kadın bizim için önemliydi... Ne? Onlarla mıymış? Tamam... Tamam... Geliyorum birazdan.'' Telefonu kapatıp cebine koyarken sessizce mırıldandı babam, gözleri dalmıştı. Ne yapıyorsun sen oğlum?
''Ne oldu?'' diye sorduğumda siyah gözlerini bana dikti babam. ''İşle ilgili bir aksaklık.''
Kafamı onaylarcasına salladım. İşlerinin ayrıntısını pek merak etmiyordum zaten.
''Bana dikkatli olacağına söz ver, Mehir.'' Dedi, tekrar konuyu bana getirerek.
''Sadece şarkı söyleyeceğim. Kayıtlar sırasında sorun olursa sana söyleyeceğim, söz veriyorum.''
''Bol şans kızım.''
Hafifçe gülümsedim. ''Teşekkürler baba.'' Ona sarılmak istedim. Baba sıcaklığını hissetmek istedim lakin ondan duyduğum his mesafeli ve korkak birkaç soğuk duygudan ibaretti. Bu bile canımı yakmaya yeterdi.
''Ben kalkayım artık.'' Dedi ve ayaklandı. Tam kapıdan çıkacakken arkasını dönüp bulanık bakışlarını gözlerime dikti. ''Mehir... Dikkatli ol, kızım. Şu sıralar insanlardan uzak dur.''
Kafamı aşağı yukarı salladım. ''Peki.''
''Haydi... Kendine iyi bak.'' Dedi ve hızla evimden uzaklaştı. Sanki insanlarla iç içeymişim gibi bunları söylemesi fazlasıyla anlamsız geliyordu.
Şu an düşündüğüm tek şey yalanlarla ilmek ilmek dizilmiş ve bana verilmiş bir hayatın gerisinde yaşadığımdı. Ama yerinden kaçmış bir ip-ucu bulursam eğer, tüm o dizilmiş yalanları çözecektim. Gerçekler gün yüzüne çıktığında ya acı içimdeki düğüme ilmek ilmek işleyecek ya da içimdeki düğüm olağanca çözülüp bitiminde yoğun bir kan akacaktı. Yine ıstırap veren acı ikileminin tam ortasındaydım.
Bir an telefonumun sinir yıpratıcı zırıltısı düşüncelerimin tamamını bilinmez noktalara çekti. Telefonu elime alıp ekrana baktım.
Baray.
O cümlelerden sonra arayacağını tahmin etmiyordum.
Telefonunu açmamaya kararlıydım fakat o da ben açana kadar aramaya kararlıydı anlaşılan. O kadar sözden sonra birde beni aramaya kalkması, riyakar oluşunun en sağlam kanıtıydı.
Telefonumu kapattım. Ne yaparsa yapsın zerre umurumda değildi.
Odama geçip telefonumu bir köşeye fırlattım. Bilgisayarımı açıp bir şeylere bakınacaktım. Genelde gündemi takip eder, yeni kitaplar bulur veya şiirlere bakardım. Sosyal medya ile çok iç içe değildim, zira artık sanallaşan gerçekler insanın zihnini tüketiyor ve boş bedenden ibaret olan insanı makineleştiriyordu. Ve en önemlisi gerçek diyebildiğimiz tüm olaylar ancak birebir tanık olduğumuz gerçek sayılıyordu. Bunun için somut delillere ihtiyaç vardı. Kısacası sanal alemde yaşanan çoğu şey bana gerçekçi gelmiyordu. Daha çok, tehlikeliydi.
Öylece gezinirken Didem Madak'ın sözlerine rastladım. Anne sevgisini en iyi anlatan şairdi şahsımca. Hiç anne sevgisini tatmamış biri olarak, bu kadının dizeleri damağımda ayrı bir tat bırakıyor, cümleleri etrafımı olağanca sarıp, anlamları ile beni kucaklıyordu. O anlamlarda bir annenin sıcaklığını hissediyordum.
Evet. Kelimeler bir insanı kucaklayıp her şeyi anlatan bir dost olabilirdi ama bunu ancak satırlara ruhunu adamış biri yapabilirdi. Zira kelimelerin insanı sarması için, her bir harfe ruhundan bir parça feda etmek gerekirdi. Ruhsuz yazılmış her kelime yan yana gelmiş harf dizisinden başka bir şey değildi.
''Dünyanın bütün sabahları için iki bilet al maviş anne. Ama umutsuz bir yer olmasın.''
Sadece iki cümlede o ruhun satırlarda gezinip, parmaklarını harflere değdirdiğini görebiliyordum. Bir şeyler okumanın en güzel yanı okuduklarım gün geçtikçe bana daha fazla şey ifade ediyordu.
Şarap gibiydi satırlar, yıllandıkça güzelleşiyordu.
Ufak bir zaman dilimini bilgisayar başında geçirdim ve sonra merakıma yenik düşüp telefonumu açtım.
17 Cevapsız Arama.
On beş tanesi Baray'dan; iki tanesi Umut Ağabey'dendi.
Saatime baktım. 17.38
Umut Ağabey beni bu saatte kolay kolay aramazdı, Baray'a gelince onu umursamak istemiyordum.
Umut Ağabey'in numarasını tuşlayıp açmasını bekledim.
''Nasılsın Mehir?'' diyerek açtı telefonu.
''İyiyim Umut ağabey. Sen nasılsın?''
''İyi ya. Ne olsun. Baban az önce yanıma geldi.'' Bir an afalladım, zira babamın Umut Ağabey ile pek alakası yoktu. ''Ne demek geldi?''
''Basbayağı.'' Dedi. ''Bir ay sonraki yarışmayı sordu, beni ufaktan tehdit etti ve gitti.'' İnledim. ''Affedersin.'' Dedim. ''Fazla kontrolcü.''
''Sorun değil. Ben seni merak ettim.'' Dedi. ''Yanıma fazla uğramıyorsun.''
''Şu sıralar biraz... Zor geçiyor.'' Dedim. ''Ama yarın gelirim.''
''O zaman yarın için hazırlık yap. Nils Frahm - Ambre parçasına çalış.''
''Peki.'' Dedim. ''Şimdi piyanomun başına geçiyorum.''
''Hadi bakalım. İyi çalışmalar.''
''Teşekkür ederim. Görüşürüz.'' Dedim ve telefonu kapattım.
Perdeyi hafifçe sıyırdığımda güneş gökyüzünden aşağı inip dağların arkasına saklanmıştı. Lacivertleşmiş gökyüzünün koynuna gri bulutlar sızmıştı. Az sonra aralarından keskin bir ışık fırladı ve bulutlar gökyüzünün koynundan ağlaya ağlaya silinmeye başladı.
Piyanomun başına geçtiğimde huzur bedenimi saran saydam bir katmanla kaplanmıştı. Bu saydam katman beni olumsuzluklardan koruyordu. Sonra yavaşça... Onları incitmeden tuşlara bastım.
Nils Frahm - Ambre
Her bir notanın birleşip bir anlam doğuruşunu seviyordum. Ben notalara asılı kalmış onların tınısında can bulmuştum. İnsanları susturmuş ve o notaların uzattığı sarmaşıklarda gark olmuştum. Ve ben notaların zihinlere tırmandığı anda, kalbimi düşürmüştüm.
Müzik dendiğinde kullandığım her kelime bir ötekinin türeviydi. Birbirine bağlı anlam ordusuydu.
Odamı inleten sesler sükuta gömüldü ve gök gürledi. Bu ses beni hep gülümsetiyordu. Sebebi küçüklüğümden beri, bu sesi duyduğumda, meleklerin bulutların arkasında bateri çaldığını düşünmemdi. Lakin bu kez çalan kapımla birleşen gümbürdeme sesi içimi kasvetli bir havaya bürümüştü.
Ayaklandım ve tedirgin adımlarla kapıya doğru ilerledim. Kapıyı yavaşça açarken, başıma gelen meşum olayların aynısını resmen dizlerimin dibinde hissetmiştim. Yağmur damlalarının yere değiş şekli en can alıcı gerilim filmi müziklerinden daha gergin bir ses çıkarıyordu. Kapımı tamamen açtığımda tanıdık bir soğukluk dimdik duran bedenimi sarsıp hislerimi ayaklarımın dibine düşürmüştü. Bu insicamsız halleri, bir gün tamamen yıkılacağımın en büyük kanıtıydı.
İki beden daldı geceye, birisi soğuk şeytan öteki kurban. Suç aleti elindeydi şeytanın, kurbanın başına dayalı... Sinsi bir bakışla şeytan, saldı uğursuzluğu koynuma ve dondu ruhum... Sonra sessizce konuştu... Gündüzün ruhunda zayi olmuş günahlar gece yolunu buldu.
''Kaçabilirsin ama saklanamazsın. Gittiğin her yerde nefesim ensende, Mehir.''

İKİ GÖLGEحيث تعيش القصص. اكتشف الآن