Bölüm 4: Kaçınılmaz Kaybeden

193 22 29
                                    

İYİ TATİLLER ÖSS AİLESİ...

Evet, en güzel girişin böyle olacağını düşündüm. Belki de yanlış düşündüm ama olsun artık ^^ Sizleri fazla bekletmediğimi umarak keyifli okumalar diliyorum.

Kahve bardaklarınız kitaplarınızın yanından hiç ayrılmasın...

^^ Bölüm Şarkısı: Black Veil Brides- Lost It All

Linki: https://www.youtube.com/watch?v=8IE6HfvtX5g

Arda Demirkan'ın Bakış Açısıyla:

Gecenin bir yarısı bittiğinde saatin kaçı gösterdiğinin pek de önemsenmediği vakitlerindeyken karanlığın içinde kaybettiklerini ararsın. Anılarıyla tutuşur, hasretleriyle yanarsın ancak kimse dumanını görmez. Çünkü tatlı uykularında senin hiç göremediğin rüyaların alemindelerdir ve sen gerçeklerin kabusundan uyanmaya çalışıyorsundur. Bütün çabaların sonuçsuz kalınca, kendini de kaybetmek istersin. Son kaybın kendi bilincin olsun diye şişeleri dizersin odanın köşelerine.

Sigaranın dumanına karıştırırsın başındaki dumanı. Sonra da çaresizliğin çare kılığına bürünmüş kötü alışkanlıklarına boyun eğmek en büyük kabusuna dönüşür sen fark edemeden. Geçer sandım, biter sandım, diner sandım dolanırken diline kördüğüm olur cümleler. Hiçbir şey geçmez zamandan başka. O da ne kabusları bitirir ne de acılarını dindirir. Ölüyorum, ölmüyorum diye koparırken takvim yapraklarını, yılın son gününün ölüyorum çıkmasını beklersin. Kör aksi şeytan hep ölmüyorum çıkar. Kahkahalarını duyarsın azrailinin. Nöbet sayarken başında alay eder durur seninle.

Yoktur işte gece karanlığını gösterdiğinde acıları uyandığı uykusuna yatıracak bir ninni. Acıkan acıların, anılarına olan özleminle beslenir. Tıpkı içinde bir canlı gibidir. Doğar, gelişir, büyür ve ölür. Ama ölürse sende ölürsün çünkü büyüdüğünde artık o senin içinde değildir sen onun içerisindesindir. Bir şeyler yapmak için yarın hep çok geç bugün henüz erkendir.

Böylesine büyük bir çıkmazın döngüsüne takılmıştım bende. Siyah gökyüzünün altında saat kaybedenleri gösterirken Hollanda'nın sokaklarında dolanıyordum. Elimde de yarısı içilmiş bira şişem vardı ve benim içme nedenim kaybetmekten farklıydı. Dostum dediğim Emre'nin amcamın emirlerini yerine getiren bir çalışan olduğunu unutmuştum.

Arkamdan plan kurmuş, birkaç saat önce de beni zorla hastaneye yatırmaya çalışmışlardı. Eğer telefonda konuştuklarına kulak misafiri olmasaydım yarış pistine gidiyorum sanarken az daha hastane serumlarının tadına bakacaktım. Planı öğrenir öğrenmez evden dışarı çıktığımdan saatlerdir dışarıda dolanıyordum. Amcamın beni bulacağından şüphem yoktu ancak bulduklarında halimin normalden kötü olmasını ve sebebinin kendilerinin olduğunu düşünmelerini istiyordum.

Bitişik nizam evlerin bulunduğu dar sokaktan geçerken lambaların kaldırım taşları üzerindeki gölgesini izleyerek ilerledim. Çevremde bir iki insanın ayak sesini duyabiliyor olsam da her sokak yerini bir başka sokağa bırakırken sessizlik artıyordu. Hızlı adımlarım, şapkası örtülmüş kapüşonum, biram en dışa dönük insanı bile tehlikeli olabileceğime dair şüpheye düşürüyordu ki istediğim de tam olarak buydu. Sokak tabelalarının birini daha ardımda bıraktığımda çıkmaza girdiğimi anladım. Dert etmeyip duvarın yanına kadar yürüdüm.

Elimi betona koyunca soğuğu sadece parmak uçlarımla hissettim. Bedenim kanıma karışmış alkolün etkisiyle sıcaktı. Kilometrelerce yol yürümek yorunca sırtımı duvara yaslayacak şekilde küçük taşlı yola oturdum. Boşta duran elimle kapüşonun şapkasını ittirip çıkardım. Saçlarımı düzeltmek için iyice karıştırırken biramdan küçük yudumlar aldım.

Tadı iğrençti. Onlar ruhumu zedeliyorken, ben etten duvarımı zehirliyordum. Zaten pek sağlam olmayan duvarı yıkmak daha kolay olmalıydı. Başımın arkasını duvara sertçe vurup sağ elimle yüzümü ovuşturdum. Baskı yaptığım iki parmağımla göz çevrelerimin kırışmış hatlarından burun kemiğime yol izledim. Fiziksel acım öyle artmalıydı ki ruhumun çivisini sökmeliydi.

Son zamanlarını güzel geçirmesi gereken bir hastaya göre ise fazla depresiftim. Halimin ölüme kavuşmamı hızlandırmasını umuyordum. Kalbim zamanımı lanetliyordu. Hiçbir anım saat dilimindeki yerini alamıyordu. Günlük ritüellerim yoktu benim. Yarın dedikleri şeye aralanacağı belli değildi bu göz kapaklarının. Sadece nefes almaya devam et diyorlardı ve ben bu gece hayatımda ilk defa dediklerini yaptığım için kendimi aptal hissettim. Başımı gökyüzüne kaldırıp yıldızları aradım. Milyonlarca yıldızdan sadece biri bana geçirdiğim onca yılın aptallık olmadığını kanıtlayabilirdi. Karanlıkların içinde de aydınlıklar olabileceğine inandırabilirdi. Yalan dahi olsa şuan bir şeylere tutunmaya ihtiyaç duyuyordum ama kimsesizlik bütün dalları yanlış mevsimde budamıştı.

Yağmur damlaları yüklü gri bulutların olduğu, simsiyah bir renge bürünmüş gökyüzünde tek pırıltı dahi görülmüyordu. Umutsuzluk; harflerin zihnimde kelimeleri oluşturduğunda ardında barındırdığı duyguydu. Her cümlemin noktasıydı. Siyah sayfalara yazılmış bir kaderin okunmadığı halde imlasına bu denli özen göstermesi ise başrolünü kaçınılmaz kaybeden yapıyordu.

Gözlerimi son kez yumdum karanlık dünyaya, elveda konuşması bile yapmadan. Teşekkürlerim aydınlığı göremeyen gonca gibi açamadan solmuştu. Sol elimde tuttuğum bitik şişe güçsüzleşen bedenim yüzünden parmaklarım arasından kaydı ve bilincimi yitirmeden önce duyduğum son ses devrilen şişenin tiz sesiydi.

...

Soğuk, göz kapaklarım aralanırken hissettiğim ilk şeydi. Ağaçların dallarına baktığımda tek yaprakları bile oynamıyorken benim tüylerim diken dikendi. Eğik bedenimi ellerimden destek alarak dikleştirirken üstüm başımın ıpıslak olduğunu fark ettim. Yağmur yağmıştı. Ölmek yerine sızıp kaldığıma mı yoksa sudan çıkmış balığa döndüğüme mi küfür edeceğime karar veremedim ve üşüyen ellerimi kapüşonumun ceplerine soktum. Sağ elime dikdörtgen şeklinde bir metal değince ürperip sıkıca kavradım.

Ne olduğuna bakmak için cebimden çıkardığımda yeni aldığım telefonu gördüm. Baş parmağımla ekranı kaydırdım. Otuz beş kere Emre aramıştı. 10 kere de amcam. Vefalılık bu olsa gerekti. Gözünüzün önünde erimesini istediğiniz birini merak etmek. Kafamı kesinlikle yanlış anlamında sallarken facebook' dan gelen bildirime tıkladım.

Siyah Sayfa'ya özelden mesaj gelmişti. Son zamanlardaki artış acaba ne yazdı heyecanımı çoktan öldürdüğünden umursamayarak bastım mesaj kutusuna. Ekran yüklenirken gözümü acıtan bir ışık aldı. Elimi gelen ışığa doğru tutarak yüzüme gelmesini engelledim. Güneş'in ilk selamını alanlardandım bu yüzden tek elimi kullanmanın faydası yoktu. Bütün vücudum ısınırken elimi indirdim ve kamaşan gözlerimi kısarak telefonumun ekranına doğru baktım.

'Gökyüzünün rengini neden unuttun peki?' yazıyordu. Bu sorunun cevabını gerçekten önemsiyor muydu emin değildim. Sadece talihsiz bir hastalıktan ibaret olsaydı yanıtım söylemekten geri kalmazdım ama öylesine sorulmuş bir soru için kendimi anlatmak ahmaklık olurdu.

'Bunu bildiğinde beni benden iyi tanıyor olacaksın.' yazıp yolladım. Birkaç dakika boş boş ekrana bakarken beklemediğim bir mesaj daha geldi.

'O halde seni tanımak istiyorum. Kimsin sen Siyah Sayfa?'

Sahi ya, kimdim ben? Uzun zamandır birileriyle tanımak hakkında konuşmamıştım. Ama mühim olan bu değildi. Mühim olan benim kafamda beliren soruydu. Asıl sen kimsin Güneş Özden?





Ölünce Sevemezsem SeniHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin