"Çıkacağım bu alemden,
İki şeffaf kanatla.."****
Belki başka bir bedende dünyaya gelseydim, yaşadığım bu hayatı mumla, olmadı kibritin cılız ışığıyla bile arardım. Ya da belki de, başka bi ihtimalin olabileceği aklıma bile gelmez, yaşadığım bedeni ve hayatı hiçbir ömre değişmezdim.Kader dediğimiz şey, işte bana böyle bir kuraymış gibi geliyordu. Bizler de, evrendeki nefes alan veya almayan her şey de, bu kuradan şansımıza ne çıkarsa onun kısmetiydik. Ailemizin, arkadaşlarımızın, akrabalarımızın ve dünyada temas kurabileceğimiz herkesin. Eğer bir kez bile olsa, bana bunu değiştirme şansı verilseydi; hiç düşünmeden mumla arayacağımı bilsem bile, bu hayatı terk ederdim sefil bir hayat için.
Yani o gün, öyle düşünmüştüm.
Her zaman tuhaf bi adamdı babam. Ama bu kadar tuhaf olduğunu anlayacak kadar bir hukukumuz olmamıştı hiçbir zaman. Beni bu tuhaf yapıya getirdiğini de anlamamıştım dolayısıyla.
Kafamı kaldırıp Osmanlı saraylarının tavanlarına benzeyen, oymalı ve işlemeli yüzeyde gezdirdim gözlerimi. Hayran bir şekilde dudaklarımı büktüm ardından. Sonra başımı indirdim ve işte o zaman, bu koca yerde yalnız olduğumu fark ettim.
"Baba?"diye seslendim 365 derece kendi etrafımda dönerken. Daha şimdi buradaydın ya baba? Kaşlarımı çatıp bir kez daha seslendim. Salonun ihtişamlı duvarlarında sesim yankılandı. Ve bana geri geldi. Sadece bana. Babam yoktu.
Panikledim etrafa hızlıca göz atarken. Nereden girdiğimi bulmaya çalıştım endişeli gözlerimi etrafta gezdirirken. Nasıl yani? E kapı?
Girdiğim kapıyı göremiyordum. Herhangi bir kapı yoktu bile. Sanki o yüksek, muazzam duvarlar, saniyeler içinde etrafıma örülmüştü.
Dehşete düştüm hızla kendi etrafımda dönerken.
Bu nasıl mümkün olabildi?
"Baba!"diye seslendim bunun bir rüya olmasını dilerken. Her zaman öyle olurdu çünkü. Akıl almaz şeyler yaşardım ve sonunda uyanırdım. Bu da bir kabus olmalıydı. Bu kadar gerçekçi olmasına razı olduğum bir kabus. Yaklaşık birkaç saat önceki gibi bir kabus.
Bu sabah her zamanki gibi bilgisayarımın başında uyuyakalmıştım ve boynum ağrımıştı. Ağrının sızısıyla kalkıp yatağıma geçerken rüyamda gördüğüm silahlı adamlar ve düşmanlık duyduğum insanlarla dövüştüğümü anımsamıştım. Nefesimi verip gözlerimi devirmiştim. Bu bilgisayarın başında fazla oturmanın, aksiyon filmlerinin hastası olmanın, manyak gibi Metin2 oynamamın sonucuydu. Arada bir oluyordu.
Yatağa doğru yorgun adımlarımı götürürken dış kapının açılma sesini duymuştum. Babam gelmiş olmalıydı. Yani muhtemelen. Ama onun o saatte evde olması, görülmüş şey değildi. Aslında o eve geldiği de pek görülmüş şey değildi. Ya da geliyorsa da, ben asla görmüyordum.
Bir kadına vakit ayıramayacak kadar çok çalışıyordu babam. Yorgun ve çok yorgundu. Gölgeli, hüzünlü ve aynı zamanda öfkeli bir yüzü vardı. Yılların yaşlandırdığı yüzü, eskiden çok kızı düşürmüş olmalıydı. Belki de hala düşürüyordu.
Ama o, yıllar önce toprağa annemle beraber yüreğini de gömmüştü. Bu yüzden de, varsa yoksa işiydi. Babamı haftada-taş çatlasın o da- bir kez görüyordum. Bir kez. Bir şirket veya banka tarzı, takım elbise giymesini gerektiren ve kartvizite sahip olunan bir yerde çalışıyordu. Ama yoğun mesailere ve tatilsiz geçen günlere rağmen milyoner falan da değildik hani.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAFAK Asker
General Fiction"Komutanım."dedi Üsteğmen alçak perdedeki bir sesle. İstemiyorum, dememişti ama bu seslenişi bu anlama geliyordu. Elini kaldırdı Komutan. İtiraz etmesine izin vermedi. Kaşlarımı kaldırdım. İtiraz edemiyor muyduk yani, bir şeyi istemiyorsak? Buranın...