Bölüm 26

16.8K 1.2K 193
                                    

Önceki gece...

Arthur, korkunç bir başağrısıyla kendine geldiğinde ellerinden, ayaklarından ve göğsünden arkasındaki bir direğe bağlı olduğunu hissetti. Başının arka tarafında bir gerginlik vardı ve keskin ipler yüzünden bilekleri acıyordu. Neler olduğunu hatırlamaya çalışıyordu, aklında bölük pörçük görüntüler vardı. Çatışmayı ve sonrasında, oku bittiğinde yerlilerin üzerine çullandıklarını anımsıyordu. Evet, gereksiz bir cesaret gösterisi gibi görünebilirdi ama yerliler sayıca çok fazlaydı ve tüfeklerin doldurulması epey zaman alıyordu. Barikata yaklaşmak üzereydiler ve konvoydakileri kurtarmak için genç adam kendini ortaya atmaktan başka çare görememişti. At üstünde yay kullanmakla ilgili yapmış olduğu antrenmanlar işe yaramıştı ama sonuçta okları tükenmişti. Diğer sadağa ulaşabilseydi en az on kişiyi daha haklardı fakat maalesef geç kalmıştı. En aşağı on yerlinin arasında kaldığını hatırlıyordu. Dövüşmüş ama kafasına sert bir darbe alarak kendini kaybetmişti.

Bayıldığından beri saatler geçmiş olmalıydı. Fena halde susamış hissediyordu. Etrafına dikkatle bakındı. Ay ışığı kuvvetliydi ve açıklık alanın çevresinde bir orman olduğunu düşündüren koyu ağaç gölgeleri dikkat çekiyordu. Meydanda basit, üçgen şekilli çadırlar, ortadaki boşlukta sönmeye yüz tutmuş bir ateş vardı. Bulunduğu yer çadırların biraz dışında kalıyordu. Sağ tarafında derme çatma çitlerle çevrili alanda atlar vardı, ay ışığındaki silüetlerinden anlayabildiği kadarıyla eğersizdiler ve içlerinde eğerli olan bir tanesi fark ediliyordu. 'O benim atım olmalı.' diye düşündü genç adam. Kuvvetle muhtemel bütün eşyaları da hala eyerindeydi.

Yine sağında, bir metre kadar mesafede bir direk ve direğe bağlı bir kadın vardı. Başı öne eğikti, uyuyor olmalıydı, saçları yüzünü örtüyordu. Bir yerlerden duyulan kadın ağlamaları dışında etrafta hiç ses yoktu. 'Öldürdüğümüz yerlilerin aileleri olmalı.' diye düşündü Arthur. Canını almak zorunda kaldığı onca insan için içtenlikle acı çekiyordu genç adam. Gerçi saldıran onlardı ama yine de genç ölmek acı bir kaderdi. Tanrı ruhlarını bağışlasın.

Arthur etrafta nöbetçi göremiyordu sadece bir kaç metre ötesinde uyuyan bir adam vardı, elinde şişeye benzeyen bir gölge gördüğüne emindi, bu da içki içip sızdığını düşündürüyordu doğrusu. Yerlerde parlayan şeyler vardı, cam kırıkları. İçip içip şişeleri mi kırıyordu bu vahşiler?

Genç adam bileğindeki ipleri direğe sürtmeye başladı, bir yandan da kuvvetle geriyordu ki kolay kopsunlar. Etrafı dikkatle izleyerek ipleri zorlamaya devam etti ve yaklaşık bir on dakika uğraştıktan sonra koparmayı başardı. Sonra da dakikalar boyunca göğsünü ve kollarını çepeçevre saran iplerden kurtulmaya uğraştı ve neredeyse bir yılan gibi kıvrılıp durarak omuzlarının üstüne çıkarmayı başardığı her sarmalda ip biraz daha gevşedi ve sonunda serbestti. Kırık camlardan biri ayağının dibinde parlıyordu.  Yavaşça eğilip yerdeki cam parçasına uzandı ve saniyeler içinde ayaklarındaki bağlardan kurtuluverdi. Uyuduğunu sandığı direğe bağlı kız yavaşça başını kaldırdı ve iplerini Arthur'a göstermek için hafifçe döndü. Genç adam kızın da iplerini kesti. Yerli kız eliyle sızmış nöbetçiyi işaret etti. Arthur adama sessizce yaklaştı, aynı anda kız da az ötede yerde duran bir yığını kucakladı. Yerlinin yanında duran yayı ve sadağını alan Marki, ayağının dibine düşmüş olan taş baltaya uzanırken Apache birden gözlerini açtı. Genç adam baltayı kaptığı gibi kendine gelmesine fırsat vermediği kızılderilinin ensesine vurdu. Olduğu yere sessizce yığılan adamı kendi haline bırakıp atları çitlerin arasından çıkarmakla uğraşan kızın yanına gitti. Gece vakti serbest kalan hayvanlar nalsız ayaklarıyla gürültü yapmadan ormanın içine doğru yürüyorlardı. Saçları ay ışığında ışıl ışıl parlayan kız kucağındaki yığını Arthur'a verdikten sonra iri bir ata zahmetsizce bindi. Eğersiz hayvanı kısa elbisesinin serbest bıraktığı bacaklarıyla kolayca kavrayan kız Arthur'a da yerlilerin atlarından birini işaret etti.

Demir Dük'ün OğluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin