BYÖ - 2. Bölüm

1.6K 95 25
                                    


Yaşlı adam ağır adımlarla küçük kente doğru yürüdü, bir vitrinin önünde birdenbire durdu; turistlerin ihtiyacını karşılayacak çeşit çeşit eşya vardı: gömlekler, ağlar, bluzlar, balık avlamak için gerekli malzemeler, kravatlar, kitaplar, öylesine üst üste konulmuş ve bir piramit oluşturmuş fırın kapları. Fakat onun gözü sık eşyaların arasında silik kalan bir şeye takıldı: kalın, kaba ucu demirli, elde tutması zor, ama vurdun mu karşısındakini yere indiren bir bastona. "Bir vuracaksın... Vuracaksın o köpeğin kafasına!" Bunu düşünmek bile zevkten başını döndürmeye yetti, bu zevkle dükkâna girdi ve o kalın bastonu ufak bir para karşılığında satın aldı. Bastonu eline alır almaz, kendini daha güçlü hissetmeye başladı: Silah, fiziksel açıdan güçsüz olanların kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Bastonu tuttuğunda adalelerinin gerildiğini hissetti: "Kafasına kafasına indirmeli o hayvanın!" diye kendi kendine mırıldandı, derken farkında olmadan sendeleye sendeleye yürümeyi bıraktı, yere daha sert, daha sağlam basmaya başladı, hızlandı, yürümeye devam etti. Kumsal boyunca bir aşağı, bir yukarı yürüdü, ter içinde kalmıştı, ama hızlı yürümekten değil, aklından geçenler nedeniyle. Çünkü bastonu avucunun içiyle gittikçe daha sert tutuyordu.

Elinde silah gibi tuttuğu bastonu, lobinin mavimsi gölgeli serinliğinin içine daldı, öfkeli bakışları görünmez düşmanını aradı. Gerçekten de bir köşede, hasır koltukların yumuşak minderlerine kurulmuş, bir arada oturuyordu hepsi, ince kamışlarla viski ve sodalarını içiyor, dünyayı umursamadan neşe içinde sohbet ediyorlardı, karısı, kızı ve hep yanlarında olan o üç adam: "Hangisiydi o, hangisiydi?" diye içinden geçirirken ağır bastonu iyice sıkıyordu. "Bunların hangisinin kafasını parçalasam?.. Hangisinin... hangisinin?" Ancak onun böyle huzursuzca aranmasını yanlış anlayan Erna kalkıp yanına geldi: "Buradaymışsın işte babacığım. Her yerde seni aradık. Biliyor musun, Bay Medwitz bizi Fiat arabasıyla gölün çevresinde gezdirecek, Dezensano'ya kadar gideceğiz." Bunu söylerken onu yavaşça masaya davet ediyor ve sanki daveti için teşekkür bekliyor gibiydi.

Masadaki beyler kibarca kalkıp tokalaşmak için ellerini uzattılar. Yaşlı adamın tüm vücudu titriyordu. Fakat kızı yumuşak, yatıştırıcı varlığıyla koluna girmişti. Kafası bambaşka düşüncelerle meşgul adam, gayrihtiyari kendisine uzatılan elleri bir bir sıktı ve usulca oturdu, bir puro aldı ve öfkesini birbirine vuran dişlerinin arasında yumuşattığı tütünden çıkardı. Diğerleri onu adeta yok sayarak sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler ve hep birlikte kahkahalar attılar.

Yaşlı adam koltuğa büzülmüş, sessizce oturuyordu, tütünü öyle çiğniyordu ki, dişlerinin arası kahverengi sıvıyla doldu. "Haklılar... haklılar," diye geçirdi içinden. "Yüzüme tükürmeli benim... bir de elimi uzattım ona!.. Hem de üçüne birden, fakat onlardan birinin o hayvan olduğunu biliyorum... sesimi çıkarmadan onunla aynı masada oturuyorum... kafasına bir tane indirmiyorum, hayır, kafasına indirmiyorum, aksine büyük bir nezaketle elimi uzatıyorum ona... Haklılar, benle alay ediyorlarsa çok haklılar/... Ve sanki hiç burada değilmişim gibi kendi aralarında konuşmakta haklılar!.. Sanki ben çoktan toprağın altına girmişim gibi... oysa ikisi de, Erna da annesi de, benim tek kelime Fransızca anlamadığımı biliyor... ikisi de biliyor, ikisi de, fakat en azından burada öyle gülünç bir şekilde oturmayayım diye bir şey sormuyorlar... Onlar için hiçbir şey ifade etmiyorum, hiçbir şey... onlar için bir yüküm, rahatsızlık veren, huzursuz eden biriyim... utandıkları, ancak para getirdiği için atamadıkları biriyim... para, para, o pis ve iğrenç para... vererek ahlaklarını bozduğum para... Tanrı'nın laneti üzerinde olan para... Tek kelime konuşmuyorlar benimle, karım, kendi kızım bu aylak züppelerden ayıramıyor gözünü... nasıl da heriflere gülücükler dağıtıyorlar, sanki adamların elleri vücutlarında geziniyormuş da gıdıklanıyorlarmış gibi gülüşüyorlar... Ve ben, ben hepsine katlanıyorum... Burada öyle oturmuş, nasıl gülüştüklerini dinliyorum ve hiçbir şey anlamıyorum, bir yumruk indireceğime burada oturmuş, bekliyorum... gözlerimin önünde çiftleşmeye başlamadan önce bastonuma indirip kafalarını dağıtacağıma... bütün bunlara izin veriyorum... burada öyle oturuyorum, sesimi çıkarmadan, şapşal gibi, korkak... korkak... korkak..."

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört SaatWhere stories live. Discover now