HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 2

643 3 2
                                    

2

Hadleyburg köyü, dünyaca ünlü olmuş – şaşırmış – mutlu – kendini beğenmiş bir durumda uyandı. Hayallere sığmayacak bir kendini beğenmişlik içinde. Önde gelen on dokuz vatandaşıyla karıları birbirlerinin ellerini sıktılar, yüzleri mutlulukla parlıyordu, gülümsüyorlardı, olay için birbirlerini kutluyorlardı; bu şeyin, sözlüklere sonsuza dek yaşayacak olan yeni bir sözcük, yozlaştırılamaz'la eş anlamlı Hadleyburg sözcüğünü eklediğini söylüyorlardı! İkinci derecedeki ve daha önemsiz vatandaşlarla onların karıları da buna çok benzer bir tarzda davranarak dolaşıyorlardı. Herkes altın çuvalını görmek üzere barkaya koştu, öğle saatinden önce de Brixton'dan ve bütün komşu köylerden üzüntülü ve kıskanç kalabalıklar akın akın gelmeye başladı, o gün öğleden sonra ve ertesi gün de her yerden muhabirler üşüştü: Çuvalın varlığını ve öyküsünü doğrulamak, her şeyi yeni baştan yazmak, çuvalın, Richardsların evinin, bankanın, Presbyterian kilisesinin, Baptist kilisesinin, köy meydanının, sınamanın yapılıp paranın teslim edileceği belediye binasının hızla çiziktirilmiş resimlerini yapmak için; Richardsların, bankacı Pinkerton'ın, Cox'un, ustabaşının, muhterem Peder Burgess'in, posta müdürünün – hatta aylak aylak dolaşıp duran, iyi huylu, hiç dikkate alınmayan o saygısız balıkçı, avcı, erkek çocukların arkadaşı, başıboş köpeklerin dostu, köyün tipik "Sam Lawson"u olan Jack Halliday'in bile – resimlerini yapmak için. O ufak tefek, aptal aptal gülümseyip duran, saçı başı yağlı Pinkerton, çuvalı gelenlerin hepsine gösterdi; terli avuçlarını kendinden hoşnut bir havayla ovuşturarak, köyün o güzelim eski dürüstlük ünü ve bu ünün böylesine harika bir biçimde doğrulanmış olması üzerine uzun uzun konuştu; bu örneğin artık Amerikan dünyasının dört bir yanına yayılacağını, ahlakın yeniden canlanmasında çığır açıcı bir örnek oluşturacağını umduğunu ve buna inandığını belirtti.

Haftanın sonu geldiğinde her şey yeniden yatışmış durumdaydı, gururun ve sevincin getirdiği o çılgınca sarhoşluğun yerini yumuşak, tatlı, sessiz bir zevk –bir tür derin, adsız, söze dökülemeyecek hoşnutluk– almıştı. Bütün yüzlerde hüzünlü, kutsal bir mutluluk okunuyordu.

Sonra bir değişiklik oldu. Bu yavaş yavaş gelen bir değişiklikti: Öylesine yavaş oldu ki, başladığını gösteren işaretler hemen hemen hiç kimsenin gözüne çarpmadı; her zaman her şeyi gören, üstelik o ne olursa olsun hep alaya alan Jack Halliday dışında belki hiç kimse bunlara dikkat bile etmedi. Jack Halliday, bir iki gün önce o kadar mutlu görünmeyen insanlar hakkında sağa sola alaylı sözler savurmaya başladı; sonra yeni ortaya çıkan bu durumun derinleşerek tam bir mutsuzluğa dönüşmekte olduğunu iddia etti; sonra da bu durumun hasta bir görünüme bürünmekte olduğunu belirtti; son olarak da herkesin çok dalgın, düşünceli ve unutkan bir havaya girdiğini, kendisinin köydeki en alçak adamın bile pantolonun cebindeki bir senedi, içine düşmüş olduğu rüya halinden uyandırmadan çalabileceğini söyledi.

Bu aşamada –ya da bu aşamanın bir yerlerinde– önde gelen on dokuz hane halkının her birinde insanların kafalarından yatma saatinde şöyle bir deyiş –çoğunlukla bir iç çekişle birlikte– geçti: "Ah, Goodson'ın söylemiş olduğu o söz ne olabilirdi acaba?"

Sonra –bir titremeyle birlikte– adamın karısından hemen şu yanıt geliyordu:

"Ah, yapma! Hangi korkunç düşünce dolaşıyor zihninde? Uzaklaştır şunu oradan, Tanrı hakkı için!"

Ama bu soru o adamların zihninden yeniden beliriyordu – ve aynı sert yanıtı alıyordu. Ama daha zayıf bir sesle.

Üçüncü gece o adamlar aynı soruyu bir kez daha soruyorlardı – ızdırap içinde, farkında olmadan. Bu kez –ertesi gece– karıları yerlerinde hafif hafif debeleniyor, bir şey söylemeye çalışıyorlardı. Ama söylemiyorlardı.

Seçme ÖykülerTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon