V/benim, hoseok.

4.5K 534 265
                                    

Ellerin anlatır sabahın olduğunu,
Ellerin yoksa bil ki gece ve karanlık.
Mevsimler onlarla değişiyor görüyor musun?
Önce ellerin,
Anlasana ellerindeyim artık.

*

Üç gün geçmişti. Aklımdan çıkmayan o dakikalar yaşanalı, adını bilmemeyi yeğlediğim adamın bana kendini tanıtmasının ardından üç koca gün geçmişti. Bana kahvemi soğumadan içmem gerektiğini söyleyip geldiğimiz koridoru işaret edeli ve gözden kaybolalı üç lanet gün.

Olması gerektiğinden farklı hissettiriyordu. Klasik işletmeye atılan genç yatırımcıların aksine fazla mütevazi, yeri geldiğinde önlükle çalışıp kendini sigortalı bir garson sanabileceğim kadar alçak gönüllü, bana ikinci bir kahveyi kendi müessesinden ısmarlayacak ve kafesini gezdirecek kadar kibar fakat benimle zorla konuşuyormuş gibi hissedebileceğim derecede de soğuktu. Beni o gün orada, düşünmeye terk ederek yalnız bıraktığının bilincindeydim. Ama düşündüğüm şey bana anlattıkları değil, neden böyle bir şeyi anlatma ihtiyacı duyduğuydu. Çünkü tahminlerimce fazlasıyla zeki, olgun ve mesafeli davranmayı seven biriydi. Evde boş boş oturarak geçirdiğim şu üç günün üç sabahı da neden onu düşünerek kalktığımı bilmiyordum. Bu sinir bozucuydu, engellenemezdi ve son derece sinir bozucuydu.

Elimde çevirip durduğum kupayı kaldırdım ve yüksek tezgahtan kaldırarak içindeki soğumuş kahveyi lavaboya boşalttım. Vakit akşamüstüne dayanmıştı, yarın da evdeydim ve ondan sonraki günde. Aslında kendime yeni bir iş bulana kadar sonsuza dek evde kalabilirdim. Bu son derece rahatlatıcı ve huzur verici olurdu, eğer aklımda dönüp dolanan bir Jungkook olmasaydı. Gözüm lavaboda kaybolan koyu krem rengi sıvıya dalmış giderken kapı çaldı. Kaşlarımı kaldırarak karşımdaki mermer tezgahtan görebildiğim kapıma baktım. Kimseyi beklemiyordum, gelecek herhangi bir kargo ya da sipariş de yoktu. Yavaş yavaş ilerleyerek mutfaktan çıktım ve uyuşuk adımlarla kapıya ilerledim.

"Sen kimsin şimdi bu saatte?" Kendi kendime söylenmeye devam ederken dürbünden kimin geldiğine bakmaya bile üşenerek kapıyı açtım.

"Selam!" Karşımda üniformalı bir çalışan ve yanında da elinde bir şişe şarapla sırıtarak duran Yunhee vardı.

"Selam?" Kalkık kaşlarım yerinde durmaya devam ederken yanında ifadesizce duran adama baktım.

"Tam asansörden inip kapına gelecektim ki çoktan kapının önünde bekleyen bu beyefendi ile karşılaştım." Yunhee'ye kısa bir bakış atıp yeniden adama döndüm.

"Kang Daeyang?" Doğrulamak istercesine sorduğumda kafamı yukarı aşağı salladım ve onun kafasındaki armalı şapkasını düzeltmesini izledim.

"Bu size." O an elinde durduğunu fark ettiğim bir buket çiçeği bana uzattı.

"Bana mı?" Karşılık vermeden asık suratıyla bana bakmaya devam ederken elindeki defteri kalem ile birlikte uzattı.

"Şurayı imzalayın, lütfen." Parmağıyla adım ve soyadımın yazdığı yerin altındaki boş alanı gösterdi. Hızlıca imzayı attım, defteri önümde çekti.

"İyi günler." Deyip arkasını döndü. Kısa bir teşekkür mırıldandım ve Yunhee'ye baktım.

"Bir hayranın mı var yoksa?" Kıkırdayarak yerinde sallandı, bu neşesine gözlerimi devirmeden yapamadım."

"Saçmalama, hadi gir içeri." O içeri girdikten sonra kapıyı kapadım ve karışık çiçeklerden oluşan bukette bir not aradım. İki papatyanın arasına sıkıştırılmış el yazısını gördüğümde çekip aldım ve seslice okumaya başladım.

elysian ¦ jeon jungkookWhere stories live. Discover now