24 / Asım

5.1K 468 54
                                    

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Tüm geceyi sıkıntılı bir çaresizlikle geçiriyorum. Kendimi uyumaya zorladıkça bilinmezliğin getirdiği boşluk hissi boğazıma sarılıyor sanki. Eflâl'in ağzından tek bir kelime bile dökülmemiş olması canımı yakıyor. Gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. Sevdiğim kadının davetime icabet etmeyeceğine ihtimal veriyor olmak, hatta buna neredeyse tamamen inanmış olmak beni delirtiyor. Nasıl bu kadar kolayca böylesine uzağa düşebildiğimizi anlayamıyorum. Dokunuşundan, sesinden, teninden uzağa düşmüş olmak bir yana; Eflâl'e ulaşamıyor olmak, istediğimde arayıp yanına gidemiyor olmak öldürüyor beni. Yürümeye gönüllü olduğum yolların bir bir kapanmış olması ve bunun karşısında bunca çaresiz kalışım uykumdan uzağa düşüşümün asıl sebebi.

Elim telefona her gittiğinde kendimi zorla durduruyorum. Eflâl'le telefonda yüzleşemem. Yüz yüze konuşmamız gerektiğini biliyorum. Bazı şeyleri karşındakinin gözlerinin içine bakarak söylemek gerektiğini, bunun delice bir cesaret istediğini tecrübeyle öğrenme şanssızlığına çok eriştim.

Hem bir umut Eflâl'in de karşıma geçtiğinde her zamanki kadar kayıtsız kalamayacağını düşünüyorum. Gözlerimin içine baktığında onun da yüreği benimki kadar sızlarsa duramaz, inadı kırılıverir, bir umut bu ya kolları boynuma dolanıverir diye umuyorum. Yine de bütün bunların Eflâl'in inadına karşı zayıf saldırılar olduğunu biliyorum. Sanki iradesi çelikten dövülmüş gibi inatçı olduğunu da.

Aklına koyduğu, ikna olduğu her ne varsa ardından gitmekte hiçbir çekince görmüyor. Bu yolda benim bile üstüme basabiliyor. Tek istisnanın ailesi olduğunu bilmek biraz içimi acıtıyor. Hastalıklı bir kıskançlık damarlarıma ateş olup düşüyor. Eflâl'in yanında yöresinde olan herkese kin besliyorum o zaman. Ben böyle bir hasretle boğuşup her saniye nefessiz kalıp boğulurken zahmetsizce onun yanında olan, onun yanında olmaya herhangi bir şekilde hak kazanan ve hatta orada olmak istemediği halde bir şekilde Eflâl'e yakın olmak zorunda kalan herkesten nefret ediyorum.

Aşkta ve özlemde mantığa yer kalmıyor anlaşılan. Göğsümdeki bu boşluğu doldurabilecek tek şey Eflâl'in gülüşüyken başka herhangi birine veya bir şeye tahammülüm yok. Ağrısı öyle ağır ki her şeyin üstünü örtüyor, içimde başka hiçbir şeye yer bırakmıyor.

Nasıl bu kadar hızlı parçalanabildiğimizi aklım almıyor. Bir an Eflâl yanımdaydı, elleri ellerimin içindeydi. Bir an sonra gözlerimin içine bakıp beni istemediğini söylüyordu sanki. Dahası o andan sonrası birisi zamanı ileri sarmış gibi ilerlemişti. Eflâl öyle uzaktı ki artık ciğerlerimde nefes, azalarımda kuvvet kalmayana kadar koşsam; yığılıp kalana kadar kendimi zorlasam ona ulaşamazmışım gibi geliyor. O istemedikçe asla ulaşamayacak olduğumu biliyor olmamdan kaynaklanıyor belki bu his. Eflâl istemedikçe hiçbir yol ona çıkmıyor olacak, Eflâl de bunu asla istemeyecek gibi.

Hiçbir zaman başını eğip sıkıntıdan ufaltan çaresizliğime tenezzül etmez bir bakış bile atmayacak. Ben böyle Eflâl'in çaresizliğinde ve yokluğunda ölene kadar göğsümde bu ağrıyla her gün biraz daha eksilerek, belki alışarak, yavaş yavaş yok olacak ama asla ölemeyeceğim.

Daralan göğsüme daha fazla katlanamayarak yattığım yerde doğruluyorum. Darmadağın odamı görmezden gelmek artık zor olmuyor. İnsan bir kere içten dağılınca sanki dış dünyası da onunla birlikte paramparça oluyor.

Ayağa kalkıp dolaba yöneliyorum. İyi düşünmem gerektiğini biliyorum. Bu kadar umutsuz olmamam gerektiğini de. Ne var ki kendi ailemin gözlerimin önünde paramparça olup acizlikten boğulduğunu görmüş birinin tecrübesiyle konuşuyorum, umutların boşa çıkması nadir görülen olaylardan değil ne yazık ki. Ne kadar güçlü olmaya çalışırsanız çalışın dizlerinizin üstüne çökmekten başka çareniz olmadığı anların geldiğini biliyorum. Bütün bunları bilmek, bütün yıkılmışlıklarım, onaramadıklarım, korkularım yollarımı kesiyor. Attığım her adımda ayağıma dolanıp beni düşürüyor. Yine de Eflâl'e gidiyorum işte. Sürüne sürüne de olsa gidiyorum, başka çarem mi var?

Kot pantolonlarımdan birini ve Eflâl'in yakıştığını söylediğini hatırladığım beyaz bir gömleği üstüme geçiriyorum. Aynaya bakıp birkaç rötuşla saçlarımın insan içine çıkabilecek durumda olduğuna karar verince derin bir nefes alıp çıkmak için kapıya yöneliyorum.

Beklenmedik bir şekilde çalan zil donup kalmama sebep oluyor. Aklımdan bin türlü ihtimal geçiyor; Emir, annem, çocuklar... Ya da Eflâl. Olabilir mi? Bu ihtimalle kalbim gümbürdüyor, aslında kafamın içinde hala küçük bir sesin bunun saçma ve imkânsız olduğunu söylediğini duyabiliyorum. Yine de damarlarımda akan kanı hızlandıran bu düşünce vazgeçilmez bir şekilde her yanımı kaplıyor. Sadece saniyeler içinde kilometrelerce koşmuşum gibi göğüs kafesimi zorluyor kalbim.

Kapıyı açmamla hüsran ve dehşetin bedenime sızması bir oluyor. Karşımdaki Eflâl değil, elbette değil ama beklediğim biri de hiç değil. Aynaya bakar gibi hissetmeme sebep mavi gözleriyle babam tam karşımda duruyor. Birkaç saniye boyunca bunun bir kâbus olduğunu düşünüyorum. Her şey saçma bir hızda kaosa doğru deli aşıklar gibi at sürüyor zira. Bir türlü anlamlandıramadığım olaylar silsilesi birbirini takip ederek beni köşeye sıkıştırıyor. Artık ne yapacağımı ya da nasıl davranacağımı bilemiyorum. Babama sarılmalı mıyım? Yoksa en son görüştüğümüz seferdeki gibi bir yumrukla mı taçlandırmalıyım ziyaretini?

"Burada ne işin var?" diyorum, onu görmemle katlanan memnuniyetsizliğim aldığım her nefeste aramızdaki havayı dolduruyor.

"Oğlum," diyor derin bir nefes aldıktan sonra. Uzun zamandır bir babam varmış gibi hissetmediğimi fark ediyorum. Ne kadar iyi idare edersem edeyim o boşluğun aslında hava aldığını ve hiçbir zaman eskisi gibi tam olamayacağımı bu kelimede fark ediyorum. "Konuşabilir miyiz?"

"Hayır."

Sinirleri bozulmuş gibi gülerken eliyle çenesini sıvazlıyor. Onu böyle mahcup göreceğimi hiç düşünmemiştim açıkçası. Neden geldiğini bilmiyorum, anlam veremiyorum. Ne var ki umurumda da değil.

"Asım, lütfen. Buraya gelmenin benim için ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsin."

Söylediği şeylerin anlamını bildiğine dair şüpheye düşüyorum o an. Ailesini dağıtan, umursamazca davranan, çocuklarını ve eşini terk ettikten sonra tek oğluna kin besleyerek hiçbir işe giremeyeceğinden emin olan o değil sanki. Tüm yaptıklarını unutmuş gibi, yaptıklarının ağırlığı sanki en çok onun omuzlarına binmiş gibi karşıma geçip neyin daha zor olduğundan bahsediyor. Hiç istemediğim ve baş edemediğim bir yükü, bir ailenin babası olmanın yükünü, dağılan bir kadına tek başına sahip çıkabilmenin yükünden habersizce konuşuyor.

Normalde olsa beni çok sinirlendirecek bu sözleri içimdeki ölü adama dokunmuyor sanki. Artık dünya yerle bir olsa ve ben altında kalsam tepki veremeyecek gibi hissediyorum. Kalbimin yokluğu geri kalan her şeyi silikleştirip anlamsızlaştırıyor.

"Tam çıkıyordum." diyorum kaşlarımı kaldırarak ona bunun gitmesi gerektiğine dair bir işaret olduğunu gösteriyorum. Bu kadar kibar olmamı bile hak etmediğini ikimizde biliyoruz, yüzüne bir yumruk daha çakmalı, suratına tükürmeli ve kapıyı ardımdan kapatıp çekip gitmeliyim aslında.

Çok fazla seçeneğinin olmadığını fark ederek derin bir iç çekiyor. "Çok sürmezdi aslında." diyor yine de şansını denemek adına. "Ne olursa olsun, bütün tatsızlıklara rağmen sen benim oğlumsun. İkimiz de bir sürü yanlış yaptık. Bunları düzeltmek istiyorum. "

Kendime engel olamayıp gülmeye başlıyorum. Sanki bütün bunlar aptal bir şakadan ibaretmiş gibi geliyor. Keşke bütün bunlar aptal bir şakadan ya da kabustan ibaret olsa. O zaman bir şekilde biteceği gerçeğiyle rahatlayabilirdim. Oysa hepsi gerçek. Hepsi açılmayacağını bildiğim halde yumrukladığım kilitli kapılar. Hepsi adeta benimle dalga geçen, dil çıkaran, yüzüme gülen aptal oyunlar.

"Bunun için bir hayli geç kaldın."

"Biliyorum ama-"

"Aması yok baba!" diye sözünü kesiyorum aniden sesimi yükselterek. "Aması yok bu işin. Sen bizi, bu aileyi kaybettin. Tercihini yaptın. Bitti artık. Uğraşma. Uzak dur bizden."

"Asım, insanın ailesini bir çırpıda silip atması öyle kolay değil."

"Gerçekten mi? Sen de sevgilinle görüşmeye başladığında böyle düşünüyordun tabii."

Bu konuşmayı neden gerçekleştirdiğimiz, dahası neden hala sürdürdüğümüz hakkında en ufak bir fikrim yok. Bir an önce babamın esaretinden kurtulup Eflâl'le buluşacağımız yere gitmem gerekiyor.

Eflâl'i düşününce birden kaburgalarıma derin bir sızı yerleşiyor. Bunu uydurduğumu, tamamen esiri olduğum duyguların abartılmasıyla oluşan bir yanılgı olduğunu söylemek isterdim. Öyle olsa geçici olduğu, bütün bu duygu yoğunluğu bittiğinde ağrılarında geçeceğini biliyor olurdum. Oysa kalp kırıklığı gerçek bir hastalık. Vücudun buna verdiği tepki de en az hissettiğimiz duygular kadar gerçek.

"İşleri yokuşa sürüyorsun. Anlıyorum. Yine de düşüncelerimden vazgeçmeyeceğim."

"Keyfin bilir." diyerek sonunda kapıyı kapatıp dışarı çıkıyorum. Bu kapı önü sohbetimiz ne yazık ki samimi bir kucaklaşmayla bitmiyor. Çocukça bir öfkeyle babamın yüzüne bakmayı reddederek yanından geçiyorum ve merdivenleri inmeye başlıyorum. Bir an önce Eflâl'e kavuşmak istiyorum. Artık bu sıkıntının bitmesini istiyorum. Dünyamın yeniden bir gülüşüyle aydınlanmasına muhtacım.

***

Beklemek değişik bir eylem. Kısa bir süre önce Eflal'i beklerken kalbim hissettiğim heyecandan ötürü kemiklerimi kırıp dışarı çıkmak istercesine atıyordu. Kanım damarlarımda tufanlara sebep olurken Eflâl'in geleceğini biliyor ve bu bilginin verdiği mutlulukla bekliyordum. O zaman Eflâl'i beklemek, filizlenmiş bir çiçeğin başına oturup açmasını beklemek gibiydi. Açacağını biliyordum. Bana baharı getireceğini biliyordum.

Oysa şimdi bilinmezliğin karanlık boşluğunda soğuk terler dökerken Eflâl'in bana gelme ihtimalini bile düşünemiyorum. Hesap edemiyorum. Sadece büyük bir acınasılıkla umuyorum. Geleceğini. Gelmesi gerektiğini. Gelmek zorunda olduğunu.

Gelmek zorunda. Beni, göğsümün ortasında açılmış bu kocaman, bu iltihaplı, bu korkunç yarayla baş başa bırakamaz. Beni, yolun tam yarısında üstelik benim tek bir adım atacak mecalim kalmamışken yapayalnız bırakamaz.

Bırakamaz diyorum fakat söylerken sesim titriyor. Emin olamıyorum. Çünkü biliyorum ki insanın yürümek istese bile yürüyemediği yollar var. Aşmak istese bile aşamadığı engeller.

Yine de gözüm neyi görüyor ki? Dünya dağ olup önüne dikilse bile Eflâl onu aşarak bana gelsin istiyorum. Geleceğini bilsem, bin yıl olsa, bin yıl burada kurusam, yine de beklerim diyorum.

İşin aslı artık gelmeyeceğini biliyorum. Bu aptal ümide kendimi nasıl kaptırdığım hakkında en ufak bir fikrimin olmayışına sinirleniyorum. Bu acizliğe, karşı koyamayışıma, bunca muhtaç oluşuma öfkeleniyorum. Bu his içimde giderek büyüyor, damarlarımda at koşturarak zalim bir açlıkla her bir hücreme saldırıyor sanki. İyiden iyiye gücümü tüketip beni ölü bir adam yerine koyuyor.

Garsona bir el işareti yaparak hesabı istediğimi söylüyorum. İçemediğim tek çay, soğumuş bir şekilde masada bekliyor. Karşımda Eflâl'i göreceğime inandığım dakikalar birikip sırtıma yığılıyor sanki. Kendimi kambur, yaşlı bir adam olarak buluyorum. Ümitlerinden ve istediklerinden vazgeçmiş olmanın verdiği yokluğa yakın hafiflik bütün kemiklerimi dolduruyor.

Burada defalarca kez yan yana oturduğumuz anlar artık bir rüyadan ibaretmiş gibi geliyor. Hiç var olmamışlar, asla yaşanmamışlar. Eflâl yok sayınca bütün anılar yok oluyor. İçlerinde bir adet Asım heba oluyor aynı zamanda.

****    

Kayıp ŞarkıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin