| resurreccion

251 31 30
                                    

Elindeki telefonu fırlatarak pencereden aşağı baktı. Kanlar içinde yatan öğrencisiyle az önce neler yaşadığını tekrar hatırlamaya çalıştı.

"Jaemin!"

Hatırladığında her şey için çok geçti.

Adını haykırarak bağırdı, o sırada dışarıda duran görevliler çoktan gencin yanında duruyordu. Aşağı inemedi, ayakları daha fazla onu istediği yere götüremedi.

"Ben ne yaptım, ne yaptım?"

Kafasına vurdu sessizce söylediği kelimeler arasında. Tekrarlayıp duruyordu aynı bir bozuk plak gibi. Şoka uğramıştı.

Açık kapıdan içeriye meslektaşı Yuta girdiğinde salya sümük ağlamaya başladı.

Ve Dongyoung'u diz üstüne çöküp kendine çekti.

"Öldü mü?"

Hıçkırıklarının arasından boğuk çıkan sesiyle söyleyebildiği iki kelime olmuştu Dongyoung'un.

"Hayır, sakinleş."

Arkadaşının soğukkanlılığı yüzünden kendini daha kötü hissetti Dongyoung.

Kısa süre sonra gelen polis sirenine eşlik eden ambulans sesiyle arkadaşını itip ayağa korkarak ve sendeleyerek kalktı.

Merdivenleri arkadaşının dediklerini hiçe sayarak indi. Öğrencisinden gelen kanlar üstüne sıçramıştı.

Görevlilerin işini daha da zorlaştırıyordu.

"Jaemin kalk, numara yapma Jaemin söz veriyorum ailene söylemeyeceğim kalk."

Öğrencisini sarsa sarsa uyandırmaya çalıştı.

Kolundan polisler tutunca çığlık attı ve ellerini savuşturdu.

"Bırak! Tutma bırak!"

Başı çatlarcasına ağrıyordu.

"Bırakın dedim, bırakın."

Kendisini polise teslim ederken Yuta kapının önünden ağlarcasına baktı.

Tüm öğretmenler, gelen öğrenciler dışarıda birikmiş kan gölüne dönen yere ve krize girmiş öğretmene bakıyordu.

Aslında çok yanlış seçilmiş bir gündü Jaemin için.

Çünkü bugün okullarında bilim festivali bulunmaktaydı. Öğrencilerin projeleri tek tek dikkatle incelenecekti.

Dongyoung daha fazla ağlamaya dayanamayarak kendini iki üç dakikalığına Tanrı'ya bırakmıştı. Sadece başında endişeyle konuşan bir polis ve hemşirenin sesini duyabiliyordu.

"Yardım edin!"

|||

"Sayın Jeong Jaehyun ile mi görüşüyorum?"

Evet anlamında bir ses çıkarttı.

"Size üzücü bir haberimiz var."

Telefondaki adam nefesini üflercesine konuştuğunda gerilmiş, sinirden daha çok başını ağrıtmıştı.

Yaşadığı sıkıntı, stres arasında bu telefon konuşması gerekmişti.

"İlk önce bir yere oturun."

Sağ eliyle şakaklarını ovarak cevap verdi.

"Önemli bir görüşmem var, söyleyeceğiniz ne varsa lütfen acele eder misiniz?"

Sesi oldukça sakindi, kenardaki deri koltuğuna şakaklarından çektiği elini koydu.

"Oğlunuz..."

Telefon ucundaki adam duraksayınca sinir hatları kopmuştu.

"Yeter, oğlum ne halt yedi yine? Bunun için aramanıza gerek yoktu biliyorsunuz değil mi? Çalışanlar ilgilenirdi. Yarım akıllı insanlarla uğraşmak zorunda değilim. Sürekli aynı konudan konuşuyoruz."

Telefonu kapatacak iken uçtaki adamdan ses geldi.

"Öldü. Alo? Alo? Jaehyun..."

Kapatma düğmesine bastı.

Jaemin, ölmüş müydü gerçekten? Tüyleri ürperdi, elindeki telefonu masaya bıraktı. Olmamalıydı, her ne kadar oğluna bazen nefret duysa da olmamalıydı. Güzel karısı böyle bir sorumsuzluk yapmayarak çocuğuna sahip çıkardı.

Gözündeki yaşlar donmuş, kalmıştı.

Jaemin, tek varisi, uğuru öldüyse hiçbir işi düzgün gitmeyecekti. En önemlisi onu çok sevmesiydi. Kısa süre sonra odada beklenilen kıyamet koptu. Büyük yaygaraya asistanı Mark son vermek istese de Jaehyun izin vermedi. Hatta öyleydi ki aşağıdaki en büyük iş adamları durumu gördüğünde evden aceleyle çıkmıştı. Her şey bittiğinde geri geri gidip yere çömeldi. Sonunda ağlarken göz attı odasına, gerçekleştirdiği afete. Yutkundu, gözleri kızarmıştı. Arada hıçkırarak konuşmaya çalıştı.

"Gidemez, ne kadar sorumsuz, aptal, tembel, işe yaramaz bir çocuk olsa da gidemez."


in the fourth minute | dojaeWhere stories live. Discover now