Tanrı Adaletli miydi?

3.4K 69 3
                                    




"Bir melek düştü, bir melek düştü... Çatışma sırasında parçalandı... İniş bölgesi çok tehlikeli hemen ayrılıyoruz..." Kanalların birinde denk düşürdüğüm aksiyon filmine kilitlenmiştim. Film savaş bölgesinde son kalan askeri kurtarmak için gelen Melek adındaki iki helikopterden birinin teröristler tarafından imha edilip diğer helikopterinde uzaklaşması ardından, kendimi daha fazla tutamayıp uzandığım kanepeden fırladım ve öfkeyle televizyonun üzerine yürüdüm "Ha siktiğimin dünyası, adam o kadar vatanı için savaşsın; hak ettiği bu mu?"

Bu dünyada kimin ne hak ettiğine kim karar veriyordu? Gerçekten Tanrı adaletli miydi ve adaleti nasıl dağıtıyordu?

Filmi heyecanla izlemeye devam ederken en can alıcı noktasında kapının zili çaldı. Misafir beklemiyordum hele de iğrenç bir pazar akşamı. Tatil günlerini ve hafta sonlarını hiç mi hiç sevmezdim. Nedense o günler bana yalnız olduğumu daha çok hatırlatırdı. "ha siktir..." içimden söve söve yerimden kalktım, parmak uçlarımda sessizce kapıya doğru yürüyerek kapının merceğinden gelene baktım. Bir an kapıyı açıp açmamak konusunda tereddütte kalsam da gelen ev sahibinin inatçılığını düşünüp geçen günlerde yaşadığım deneyimler sonrası ısrarla zile basıp yine bana kulak travması yaşatmaması için hemen kapıyı açtım. Yıllarca açılıp kapanmaktan menteşeleri gıcırdayan eski romatizmalı kapı açılırken acı çekiyordu. Karşımdaki ev sahibi yaşlı kadın da kapının sesinden rahatsız olmuş olmalı ki kapı açılırken o da yüzünü ekşitti.

-İnşallah rahatsız etmiyorumdur oğlum,

-Estağfurullah Hayriye teyze,

Ev sahibi yaşlı kadının sesindeki mahcubiyete karşın gözleri fıldır fıldır, kapının aralığından evin içini dikizliyorlardı. Hemen kapıyı arkamdan biraz çeksem de kaç gündür evi havalandırmamıştım ve salonun yerlerinde biriken bira şişelerinden resmen alkolün yalnızlık senfonisi yükseliyordu.

-Oğlum, bu ay yıllık kira sözleşmemiz bitiyor, biliyorsun değil mi?

-Biliyorum, ben bu sene... Kadın lafımı keserek "Oğlum biliyorsun; ekonomik kriz, hayat çok pahalandı. Ben de bir emekli maaşı ile kıt kanaat geçiniyorum. Yoksa ben senden çok memnunum komşular da memnun ama işte..."

Bu kadının yaşına rağmen bu kadar uzun ve düzgün cümleler kurabilmesine hayret ediyordum yaşıtları çoktan alzheimer olmuşken o   Blomberg  spikeri misali karşımda ekonomi haberlerini sunuyordu. Hayriye teyze, ev kirasından ülkenin ekonomisine çoktan canlı yayınla bağlanmıştı ki noktasız cümlelerini ben başımla onaylarken söyleyeceklerinin hemen bitip filmin kalanını izlemek için can atıyordum. Daha fazla dayanamayıp iliklerime kadar ajitasyonuna maruz kalmamak ve filmin devamını kaçırmamak için "Tamam Hayriye teyze, anladım; yüzde onu neyse hesaplar diğer ay hesabına yatırırım" dedim ve o an kapıyı onun suratına hızla çarpmak istesem bile her zamanki gibi istediğim şeyi yapamadım. İyi akşamlar dileyerek sahte bir gülümsemeyle kapının gıcırdamaması için usulca kapattım ki kapının kapanmasıyla kapının yan duvarında asılı olan boy aynası pat diye yere düştü.  "Ha siktiğim..." resmen ödüm bokuma karıştı, kedi gibi olduğum yerde sıçradım. Anasını sattığım her sabah sokağa çıkmadan kendime baktığım bir boy aynası vardı ki o da artık yerde, bin bir parça ben olmuş, yerdeki kendime bakıyordum. Hayat bir kez daha bana boyumun ölçüsünü göstermiş ve televizyondaki film de bitmişti. Lanet okuyarak yatmaya gittim.

İyi olduğumuz için herkesin size adil davranmasını beklemek, vejetaryen olduğunuz için boğanın size saldırmayacağını düşünmeye benzer. (Dennis Wiholey)

Sabah saat 6.30 telefonun alarmıyla uyanarak her zamanki gibi yatağımdan zorlanarak kalktım. Yatağa girerken çıkardığım terlikleri bir sabah da düzgün bir şekilde yerinde bulsam şaşırırdım zaten. "Soktuğumun terliği" ters duran terliği düzeltip duş yapmak için banyoya doğru geçtim. Tam sıcak suyun altında yumuşak yumuşak miskinliğimi atarken aniden soğuyan suyun şok etkisiyle kendimi duş kabinden dışarıya attım. Aklıma dün akşamki ev sahibinin ahını aldığım geldi sonra banyodaki çıplak yansımama baktım. Soğuk sudan mı yoksa gördüğüm çirkin görüntüden mi bilinmez tüylerim diken diken oldu. Yukarıdan büyüyen kıllı göbeğimin aksine küçülen penisim gözükmez olmuştu. Kocaman bir of çektim, hemen bir havluya sarıldım. Aynada kendime bakmadan hemen dişlerimi fırçaladım ve kaçarcasına banyodan çıktım. Haftada bir ev işlerine gelen kadının ütülediği beyaz gömleklerden birini seçtim. Gömleğin düğmelerini sırasıyla iliklerken siktiğimin dördüncü düğmesi yerinde yoktu. Bir hışımla üstümden çıkarıp diğer beyaz gömleği giydim. "Bu hayatın ben gelmişine geçmişine..." Lacivert takımımı giydim. Senin sesine, gıcırdayan kapıya, eski dar merdivenlere, her sabah olduğu gibi tüm hayata söverek evden çıktım.

Bizim mahallenin çamurlu sokaklarından yokuşu inmeye çalışırken arkamdan dıt diye kornaya basan şoföre, ters ters bakmakla yetinmiş gibi görünsem de içimden küfür ettim. Hayatımın kakofonik bir ritmi vardı, her sabah hep aynı saatte sol yokuştan güçlü sesiyle bir chopper motor inerdi.  Ben yine saatime baktım saat 7.20 idi. Mahallenin kasabının önünden geçerken ne kadar dikkat çekmeden sessiz yürümeye çalışsam da kasabın köpeğinin bana garezi varmış gibi yine her sabah olduğu gibi yine yattığı yerden fırlayarak bana havlamaya başladı. Hızlı adımlarla metroya doğru koştum. Metro girişinde bir iskemlede oturmuş, "Bugün şanslı günün." diye bağıran yaşlı kadın yine her zaman ki yerine konuşlanmıştı. Metronun içinde herkes istavrit tava gibi sıralanmışken selamsız sabahsız yine o tanıdık yüzler ve yine o rayların sesi vardı. Dershaneye giden gençlerin kıkırdamaları, çalıştığım binanın alt katındaki şirkette çalışan iki kadının fısıldaşmaları, yanında kendini pekte kısa hissetmediği sırt çantalı, boynunda fotoğraf makinası asılı olan bir Japon, tekrar rayların sesi ve diğerleri...

Kendimi geldiğim küçük balıkçı kasabanın maviliğinin çok uzağında gri binaların arasında sıkışmış hissediyordum. Gökdelenlerin heybeti, yüksek binaların çelik kolanları beni ne kadar güçlü hissettirse de çocukluğumda saklambaç oynarken saklandığım koca çamların arkası, nedense beni daha çok güvende hissettiriyordu. Her sabah gökdelenlerin duvarlarındaki dev aynalarında kendimi görmek ve parlak zeminlerinde kendi yansımamla yüzleşmek beni her geçen gün daha da çok yoruyordu. Asansörde bir kadının parfümünden yakaladığım bir nergis kokusu, beni bir an çocukluğuma götürse de her çıkılan katta diyafondan yükselen ses, beni gerçeklikle yüzleştirip bir an bile hayal kurup özlem duymama fırsat vermeden beni alaşağı ediyordu.

Asansör sesi "25.kat... 25.kat...'' kapı açıldı. Asansörden inip çalıştığım ilaç şirketinin kapısından içeriye girdim. Elinde kahvesi ve yüzüne yapışmış o pis gülümsemesiyle her sabah olduğu gibi, o sabah da Rıza bana uzaktan sırıtıyordu. Bu adamın her zaman nasıl böyle mutlu olduğunu hiç anlamıyordum onun sürekli şen şakrak hallerine ve kel olmasına rağmen hep güzel kadınlarla flörtleşmesine uyuz oluyordum. Bir fırsatını bulsam bir evrak dosyasının içine bu adamı pat diye sıkıştırıp onu arşivdeki bir rafa kaldırmayı çok istiyordum.

Rıza, "Günaydın bro!" sağ elimi saçlarıma götürerek "Günaydın...'' dedim. Rıza'nın bu bro, kanka laflarına ben ne kadar gıcık olsam da adam her gün yeni bir tiki lafla ve tüm özgüveniyle önümde dikiliyordu. Belki adamın mutluğunu içten içe kıskanıyordum ancak herkes gibi onun da bir zaafı vardı. Ne zaman benimle konuşsa, ben ellerimi saçlarıma götürdüğümde Rıza'nın suratının şekli değişiyordu ve ben bundan çok keyif alıyordum. Ancak Rıza çok hırslı bir adamdı. Kendisine yaptığım misillemenin altında hiç kalmaz ve hemen kendi hamlesini yapardı. Beş yıldır aynı şirkette çalışıp birbirimizin hayatlarımızı bilmemize rağmen her pazartesi sabahı yaptığı şeyi o sabah da yinelemekten geri kalmadı "Eee bro pazar günü ne yaptın?" dedi. Bu lafı söylerken sanki beni saçımdan çekiştirir arsız bir çocuk gibi pis pis sırıtıyordu. Gözümün önüne kayan gözlüğümü düzelterek hiç, deyip iç çekişlerimi bastırarak oralı olmadan ofisteki kapımın üzerinde muhasebe müdürü yazan odama geçtim. Benim bir pazarlama müdürünü kafama takacak kadar vaktim yoktu. İnsan ilişkilerindeki negatif çıkarımlarıma karşılık çocukluğundan beri rakamlarla aram oldukça iyiydi. Kasabanın marketinden aldıklarımı turistlere on katı fazlasına satarken çoktan gelir gider tablosunu öğrenmiş, kendi bilançomda öz sermaye oluşturmaya başlamıştım.

Masamdaki sandalyeye oturmadan 25. kattan camdan dışarıya baktım. Bana en yakın ağaç birkaç km uzaklıkta yeni yapılan çelik binalar arasında hapsolmuş, cılız bir ağaçtı. İnşaat molozlarının tüm toz toprağıyla grileşen yaprakları, kuruyan dallarıyla yaşamaktan çok kesilmeyi dilercesine mutsuz ve yalnız... Sanki biraz bana kendimi hatırlatmıştı... Sanki... Kapının tıklanmasıyla kendimi gördüğüm dramdan hemen uzaklaştırdım ve hızla sandalyeme oturdum. "Gel..." odaya giren stajyer kız, ufak ve zayıf bedeniyle kucakladığı dev klasörleri masasının üzerine koyarken ben göz ucuyla onu izliyordum. Belki bir elli, bilemedin bir altmış boylarında idi. Kulak altında biten koyu kestane küt saçları ve alnını kapatan kâkülü ile sanki küçük bir kız çocuğuna benzerken minyon suratını kaplayan iri iri boncuk gözleri ve hokka burnuyla da oyuncak bebekten bir farkı yoktu. "Yeni raporlar geldi Murat Bey." teşekkür edip yavaştan kafamı sallarken kızın getirdiği dosyalardan birini hızla açıp incelemeye başladım. Kızın sesiyle hâlâ odada olduğunu fark ettim. Kız çekingen bir sesle "Bir de Murat Bey, bu sene şirketin yılbaşı çekilişini size hatırlatmamı söylemiştiniz." dedi ve odadan çıktı. "Siktiğim çekilişi..." masanın üzerindeki not defterine "hediye al," yazdım ve tekrar önümdeki dosyayı inlemeye başladım.

Profesyonel Hayaller Donde viven las historias. Descúbrelo ahora