Nergis

1.2K 61 0
                                    

"Sıkı tut, sakın bırakma!"

"Ama yapamıyorum ellerim ellerim..."

"Sen ondan daha güçlüsün Murat! Sakın bırakma sıkı çek...", Balıkçı teknesinde, amcam bana, "bırakma!" diye bağırıyordu. O, küçük ellerim ve sıska kollarımla asılabildiğim kadar oltaya asılmış, beni denize doğru çeken balığa karşı tüm gücümle direniyordum. Elimden kaçan makara, fırıldak gibi hızla dönerken birden elimle misinayı tuttum. Misina ellerimi sıktıkça sıkıyor canım çok acıyordu. "Amca, yetiş!" diye bağırdım. Ben, teknenin ucunda ayakta sağa sola sallanırken tam dengemi kaybetmiş, denize doğru çekilirken belimden sıkıca bir el beni tutmuştu... Otobüsün lastiği bir çukura denk geldi ve sertçe sallandı. Yolculukta burnuna gelen tanıdık koku hatıralarımı canlandırmış ve rüyamda amcamın beni ve balığı nasıl yakaladığını görmüştüm. Gözlerini açtığımda Karaburun Yarımadası tüm dünyadaki adalara kafa tutarcasına yine asi ve güzel, bir o kadar yalın bir o kadar vahşiydi. Çam kokularıyla denizin kokusu tüylerimi diken diken etse de benim aradığım nergis kokusuydu.

Ben altı yaşındayken babamı bir fırtınada denize kaptırmıştım. Karaburun güzelliğinin cazibesinde, çok da acımasızdı. Öfkelendiğinde onun karşında duracak balıkçı çok nadirdi ki benim babam gözü kara bir balıkçıydı. Midas'ın fırtınalarından korkmayacak kadar gözü kara, Bozdağ'ının altında yatan dev gibi cesur bir adamdı. Balıkçıların açılmaktan korktuğu günlerde bile vahşi denizi dizginleyip attığı ağlardan Karaburun'un tüm hazinesi toplayıp gelirdi. Kasabada, babama Deli Fatih derlerdi ancak benim için o denizlerin Fatih'i, benim kahramanımdı.

O gün, hatırladıkça boğazımın düğümlenmesine sebep olan, annemin babamın ayaklarına kapanıp da "ne olur bugün gitme" demesidir. Babam, annemi kolundan tutup onu cama doğru sürüklemişti. Ben ise her şeyden habersiz elimde amcamın bana yaptığı tahtadan yapılmış oyuncak teknemle ile anne ve babamı izliyordum. Oyun oynar gibi birbirlerini çekiştiriyorlardı. Babam annemi çekiştirirken "Bak orada, bak kadın..."camdan denizi göstererek, "Bizim karnımızı doyuran ekmek orada, anladın mı?" diye bağırıp, annemin kolunu savurmuştu. Annemin yere düşmesiyle ben bunun artık kötü bir oyun olduğunu anlamış korku dolu ıslak gözlerle kapıdan çıkan babamı izlerken, annemin babamın arkasından çığlıklarla "gitme" diye haykırışlarını duymuştum. Annemin o haykırışları hâlâ kulaklarımdadır. O gün ne zaman aklıma gelse boğazım düğüm düğüm, annemin ne kadar yaralı bir kadın olduğunu düşünürüm.

Otogarda şimdi ise uzaktan annemin sevinç çığlıklarını duydum. Bir yandan yaşaran gözlerimi silerken bir yandan sağa sola bakındım. Annem uzaktan "Geldin... Geldin... Oğlum... Şükür kavuşturan yaratana" diye koşarak bana sarıldı. Annemin 17'sinde okuması için İstanbul'a gönderdiği oğlu Murat, yani ben en sonunda onun için yuvasına geri dönmüştüm. İstanbul'a gittiğimden beri ilk kez Karaburun'a gelmiştim. Küskünlüğüm babamı benden almasından dolayı mı yoksa ilk hayal kırıklığını yaşattığından mı bilinmez, doğduğum büyüdüğüm kasabayı çoktan haritadan silmiştim.

Annem bir erkeğini denize kurban vermişti, babamın kaybından sonra diğer erkeğinin oğlunun, denize açılmasına asla izin vermedi. Genç yaşta dul kalan annem, tekrar evlenmedi; bir tek benim için yaşadı. Ben kaybettiği kocası gibi, babam gibi olmamayım diye çok çalıştı. Toprağına daha çok ekti ki oğlu denize gitmesin, evlere daha çok temizliğe gitti ki oğlunun elleri ağa takılmasın daha çok, daha çok çalıştı ki oğlu da babası gibi balıkçı olmasın... Çocukken duyduğum "Balıkçının parası pul, karısı dul..." lafını artık neden söylendiğini daha iyi anlıyordum.

Karaburun'un sert soğuğu, toprağı taş gibi yapmıştı. Kürekle sert toprağı alıp, amcamın üzerine atarken, doğduğum yerden neden bu kadar nefret ettiğimi tekrar hatırladım. Babamı ben çocukken almıştı, o yaşta aklım çok ermiyordu ancak beni büyüten, koruyan, bana hayatı anlatan; elleri nasırlı yumuşak kalpli amcamın üzerine bu toprağı atmak yakışır mıydı? Her kürekte her toprak atışımda ağlamamak için kendimi tutarken, yanımdaki çocukluk arkadaşım Hayri, omuzuma dokunarak elimdeki küreği aldı "Bırak, ben yaparım." dedi. Bir adım geri çekilip mezara baktım, hayat amcamı almak için neden bu kadar acele etmişti ki... Hayata sövecek ne gücüm vardı ne de mecalim, tek görebildiğim şey bir toprak yığınıydı ve artık amcam yoktu.

Mezarlıkta "başın sağ olsun" seslerine kulaklarımı kapadım. Sadece dev çamların arasından bana fısıldayan rüzgârın sesini dinliyordum. "Sen çok şanslı bir çocuksun." amcamın bana sürekli söylediği söz şimdi kulaklarında çınlıyordu. Annemden gizli ne zaman amcamla balığa çıksam kasalar dolusu balık yakalardık. Amcam, balıkları eline alıp çil çil para bunlar , diyerek kahkahalar atar ve hep beni alnından öpüp "oğlum, şans meleğim," derdi. Ben ise üzerime sinmiş balık kokusuyla hep annemden fırça yiyip "ne şansı amca yine anneme yakalandım" ,diye ona isyan ederdim. Benim her geçen gün amcamla balığa çıkmaktan keyif aldığımı gören annem, amcamla konuşup ona yeminler ettirdikten sonra amcam beni bir daha asla balağa götürmemişti. O zamanlar anneme çok kızmış, küsüp yaptığı yemeklerden hatta gamzeli katmerlerinden bile hiç yememiştim ancak büyüdükçe ve babamın arkasından "gitme!" diye haykırışları kulaklarımda çınladıkça ona hak vermiştim.

Lise yıllarında her ne kadar tekneler bana yasak olsa da, denizden uzak kalamamış tersanelerde teknelerin boya bakım işlerini yapmaya başlamıştım. Âşık olduğum deniz bir boya fırçasının ucundaki mavilikte canlanırken, sade bir kalemle köpürüyor bende dile geliyordu. Boyadığım tekneler Karaburun'da parmakla gösteriliyor, balıkçılar teknelerini boyamam için sıraya giriyorlardı. Ben lisede artık kendi parasını kazanan hem okuyup hem annesine bakan bir delikanlı olmuştum. Çok uzun boylu olmasam da güneş altında yanan bronz tenim çalışmaktan şekillenen vücudum ve o zamanlar hemen fark edilen yeşil gözlerimle kasabanın genç kızları tarafından çoktan göz takibine alınmıştım. Her gün defter aralarında bir yeni not, ilanı aşk mektupları alıyordum. Okulda öğrendiğim çat pat İngilizcemi o yaz iyice geliştirmiş gelen turistlerle rahatlıkla iletişim kurabiliyor turist kızların hemen gönlünü çalabiliyordum. Anneme çalışmaması için ne kadar söylenip dursam da Karaburun'un tepelerine saklanmış zenginlerin villalarında, o yardımcı olarak çalışırken, ben ise arkadaşlarımla ufak teknemize atlayıp zenginlerin yatlarına servis yapıyorduk. Yazla birlikte Karaburun merkezde Mordoğan Çarşı'nın iyice hareketlenmesiyle belediyenin kasabalıya destek amaçlı açtığı stantlarda kadınlar evlerinde işlediği oyaları, yaptıkları takıları pişirdikleri Ege lezzetlerini satıyorlardı. Ben ise annemin kışın ördüğü renkli liflerin yanında bir villanın çöplüğünde bulduğum şövaleyi tamir edip akşamları çarşıda turistlerin portrelerini çiziyordum. Yazlar, tatilciler için ne kadar yavaş ve sakinse geçerken biz yerli halk için de o kadar hızlı ve kısaydı.

Cenazenin üstünden birkaç gün geçmişti. Her ölen gibi amcam da unutulmuş baş sağlığına gelenlerin ayağı birden kesilmişti. Hayri sırf cenaze için İngiltere'den kalkıp gelmiş ancak işinden dolayı yanımda sadece bir gün kalabilmiş cenazenin ertesi günü hemen geri dönmüştü.

Arkadaşımın gitmesiyle iyice yalnız kalarak doğduğum kasaba da emanet gibi hissettim kendimi. Babamın aksine amcam hiç evlenmemişti, bir ailesi yoktu. Benim gibi orta boylarda geniş omuzlu yeşil gözlü biraz hovarda bir adamdı. Annem, ne zaman haylazlık yapsam, "aynı amcana benziyorsun", deyip dururdu. Evet, gözle görünür derece amcama benzesem onun kadar yalnız bir adam olsam da ben; ne amcamdım ne de babam... Amcam; balıkçılık yapıp kazandığı parayla okurken bana ve anne destek olup kalanın hepsini arkadaşlarıyla paylaşan kalender bir adamdı. Bir annenin doğurduğu iki adam, biri kazanmayı hırs edip kendini denize kaptırmış diğeriyse hayattan vazgeçmiş ve rakı masasında kalp krizi geçirmişti. İki kardeş, iki farklı hayat ve aynı son.

Profesyonel Hayaller Where stories live. Discover now